4

Köylük Yerde Uzun Saçla Bitlencen mi a Deyyus?

Posted by Trevanian on 06:46 in ,

Galiba her şey Yavuz Turgul'un Eşkiya'sıyla başlamıştı. Üretkenlikten uzaklaşmış ve salonları tamemen yabancı yapımlara teslim etmiş olan Türk sineması şöyle bir silkinmişti. Eşkiya 90'ların tam ortasında vizyona girdi ve o dönem için sıradışı bir gişe başarısı yakaladı. Yavuz Turgul surda bir gedik açmıştı. Derviş Zaim'in Tabutta Rövşata'sı Mustafa Altıoklar'ın Ağır Roman'ı, Zeki Demirkubuz'un Masumiyet'i , Mayıs Sıkıntısı, yeni sinemacılar vesaire derken surdaki gedik büyüdü. 2000lerde Türk Sineması sadece nostaljik bir laf değildi artık. İnsanlar sinemalarda yerli yapımları da izliyor,genç yönetmenler cesaretle uzun metrajlara girişiyor, filmlerimiz içeride dışarıda çeşitli festivallere katılıyor ve ödüller alıyordu. Herşey iyi gidiyordu hatta Sadık Battal Sinemacılar halkla barıştı şimdi sıra aydınlarda diye bir yazı bile yazmıştı.

Tabi bu dönemde bir yandan onlarca yıl sonra bile adından saygılya bahsedilecek filmler çekilirken bir yandan da başta Mehmet Ali Erbil'in rol aldığı fırsatcı gişe filmleri furyası başladı. Onları Amerikan Pastası kıvamında, iki meme bir göt ve 3-5 espri kırıntısından ibaret ve ekseriyetle tatil dönemine denk getirilmeye çalışılan şeyler takip etti. Yetmedi yeni Hababamlar, Dünyayı Kurtaran Adamlar peyda oldu. Her filmden illaki maddi bir beklenti vardır ama bu adamların sinema, oyunculuk, sanat, sorumluluk, ideoloji, kalite zerre kadar umurunda değildi. Portakal satarak daha fazla para kazanacaklarını bilseler gidip tüm paralarını hale yatıracak tüccarlardı bunlar. Bu furyanın hem pik noktası hem de günah keçisi Şahan Gökbakar'ın
Recep İvedik'i oldu. Çoğunun yapmaya çalışıpta beceremediği işi yani yerim kalitesini, emeğini, tekniğini deyip en ucuz yoldan en fazla bilet satma işini oldukça başarılı bir şekilde yapmıştı. Saldırmayan, sallamayan kalmadı. Aşkı Issız Adam'da, aksiyonu Kurtlar Vadisi-Irak'ta bulan, Kahpe Bizans'la gülüp Vizontele'yle gülerken hüzünlenen adamlar beğenmez oldular Recep İvedik'i. Mehmet Ali Erbil bile eleştirdi daha ne olsun. Bu suyunu çıkartın ama bu kadar da çıkartmayın mı demekti bilemiyorum. Bu soytarılar sanatçıyız diye gündemi meşgul ederken saygın sinemacılar dip dalgası gibi geliyordu bir yandan.

1996-2000 yılları arası yapımların çoğunu yaşım itibariyle yıllar sonra izleyebilmiştim. 2000 sonrasına faz farkı ortadan hemen hemen kalkmıştı. Filmleri televizyonlara düşmeden ilk çıktıkları zaman izleyebiliyordum artık. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim üst üste yeni filmler çekti yetmedi yeni yönetmenler çıktı. Çağan Irmak Mustafa Hakkında Herşey'le ilgi odağı olmuştu. Almanya'da Fatih Akın ses getiren işler yapıyordu.

Sene 2004 idi ve Türkiye Mehdi bekler gibi
GORA'yı bekliyordu. Bir de küçük bütçeli filmlerden biri kulağımıza kısık sesle çalınmaya başlanmıştı : "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak". Yönetmen adını daha önce hiç duymadığım Ahmet Uluçay diye birisiydi. Kaba bir internet taraması yaptım. Uluçay kısa filmiyle çeşitli ödüller kazanmıştı ve bu ilk uzun metrajıydı. Asıl önemlisi adam filmini köyünde çekmişti. O köyde Kütahya Tavşanlı'nın bir köyüydü. Direk olmasa da dolaylı yoldan hemşehrim çıkmıştı, neticede Kütahyalı'ydık. Karar verdim, ilk duyduğumda adı itici gelse de bu film izlenecek. GORA ile aynı dönemde vizyona girdiklerinden Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak ın gösterildiği salon bulmak mümkün değildi. Bugün gitsem bulamayacağım ücra bir sinemada izledik filmi. Her şehrin, ilçenin hatta köyün bile kendine özgü şivesi, konuşma tarzı vardır. Başta çocuklar olmak üzere oyuncuların çoğu Uluçay'ın köylüleriydi ve beraber izlediğim arkadaşlar filmin yerel oyuncularının birçok konuşmasını çözememişti. Filmi izlerken bir yandan tercümanlık yapıyordum. Hiçbir cümle hiçbir kelime haybeye değildi kaçırılmaması lazımdı. İzleyenlerin geneli filmi beğenmişlerdi. Sinemayı ciddi şekilde bilen ve iş edinmiş insanlarda olumlu sözler sarfediyorlardı. Çekimlerin ne şartlarda yapıldığı duyulunca hayranlık iyiden iyiye artmıştı Uluçay'a. Biz arabeski severdik. Yokluklar içinde birşeyler başaran insanları yakın bulurduk. Zaten o yüzden Süleyman Demirel'in çoban İbrahim Tatlıses'in inşaat işçisi yalanı uydurulmuş ve iş görmüştü. Neyse, GORA'nın gölgesinde kötü bir gişe yaptı film. Öyle Ağır Roman gibi DVD den VCD den de patlamadı."Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" küçük bir kesim tarafından bilinmiş ve izlemişti ama yerel ve uluslarası festivallerde onlarca ödül aldı. İstanbul Film Festivali'nde Vizontele Tuuba ile ödülü kazamayan Yılmaz Erdoğan çirkinleşmişti. Aslında kendi filminin büyük olduğu ama ödülün gaz olsun diye küçük filmlere verildiği mealinde laflar etti. O popülerdi ve milyon dolarlar harcıyordu filmlerine. Haliyle pohpohlanmak, şımartılmak ve akabinde mütevazı tavırlar takınmak istiyordu ama beş parasız köylüden tokadı yemişti. Uluçay hala köyünde yaşıyor, çayını kahvede içiyor hala ekmeğini taştan çıkartıyor ama saygı görüyor ve film nasıl çekilir Erdoğan'a öğretiyordu. Öte yandan da yeni film hayalleri kuruyordu. Sadık Battal'ın söylediği gibi halkıyla barışık, derinliği ve samimiyeti olan işler çıkartıyor Yılmaz Güney'in, Yücel Çakmaklı'nın,Yavuz Turgul'un ruhunu temsil ediyordu.

Yıllar önce şu an tedavülden kalkmış olan Kaçak Yayın dergisi memleketinde şahane bir mülakat yaptı kendisiyle. Hikaye kendi çocukluğu olduğundan bahsediyordu. Recep O'ydu aslında. Galiba ilk olarak yazın köye gelen bir gurbetçi sayesinde tanışmıştı sinemayla adının sinema olduğunu bilmeden. Daha sonra kendi filmini çekmek bir tutkuya dönüşmüş fakat bırak film çekmeyi evini geçindirecek parayı bile bulmak için çekmediği sıkıntı kalmamış, hamallık yapmış işçi olarak çalışmış hayalleri beraber kurdukları arkadaşı pes etmiş ama O hayalinden yıllar geçse de vazgeçmemişti. 50 yaşına geldiğininde rüyası gerçekleşmiş, filmi tamamlanmış ve vizyona girmişti. İdealist hatta yer yer saplantılı, biraz deli (bildiğin deli ama) biraz uçuk biri olduğu her halinden belliydi.

Bayram tatili arkası gene çileli bir yolculuğun ardından memleketimden İstanbul'a geldim. Yorgunum ve saat oldukça geç oldu. Şöyle ben yoldayken ne olup bitmiş diye haberlere bakındım. Ahmet Uluçay vefat etmiş. Zaten yıllardır hastaydı. Ne zaman çıkacak ne zaman çıkacak diye heyecanla beklenen ikinci filmi
'Bozkırda Bir Deniz Kabuğu' nu sanırım tamamlayamadan hakkın rahmetine kavuştu. Bu çağın değerleriyle bu çağın terminolojisiyle tanımlanacak bir adam değildi. Allah gani gani rahmet eylesin. O röportajın olduğu sayıyı aradım dergilerimin içinde tekrar okumak için ama bulamadım sinir oldum.







|

4 Comments


Merhabalar,

Selin'in friendfeed'inde gördüm yazınızı ve varlığından habersizken düştüm blogunuza. Boş muhabbet demişsiniz ama pek dolu gördüm muhabbetinizi. =)

Ayrıntılara indikçe de benzerlikler çekti. Hem makine mühendisliği öğrencisi, hem istanbulda,hem kütahyalı...

bahsettiğiniz filmin gişe yapması için önce her yerde çarşaf çarşaf afişi olmalıydı. televizyonda reklamları dönmeli, filmin konusu değil,çekilişinin fragmanı yapılmalıydı. ama tüm bunlar sayın uluçay için pek de olası değildi. dersanedeki biyoloji hocamızın amcasıdır kendisi. istanbuldaki film setlerinin perde arkası görüntülerini çok istemiş ama film ekiplerinden bir çoğu ona bu basit imkânı bile tanımamışlar. filmleri hep arkasında bir kamerayla izlemiş. ne sesçisi var,ne ışıkçısı,ne de ekipmanı... ama inanmış kimsenin inanmayacağına,inanmadığına. tabi inanana kimi der yaradanın yardımı, kimi der inancın zaferi,kimi der şans işte,kalkmış,şahlanmış,vurmuş tokadı, dönmüş oturmuş yerine. ama şimdi daha bi farklı eminim. değişen o değil,onu rahatsız eden "delice sevda peşinde..." diye bakan gözler... o gözler değişti. o ödüller girsin o gözlere... ve öğrensinler;sanatçılık başka,sanata gönül vermek başka...

yazı için teşekkürler...


Selamlar kasian.Ben de teşekkür ederim yorumun için.

İnanmak ve gönül vermek demişsin ya olay orda bitiyor galiba. Korsan olayının bir tek bu yüzünü seviyorum zaten. Gönül vermekten çok uzak tüccarları bir nebze olsun uzaklaştırıyo müzikten sinemadan. Rahmetli'nin cebine doğru düzgün para girmemiş zaten .gişeden ve ödüllerden gelen paradan kaydadeğer bişey düşmemiş payına.


bence payına düşen en güzel şeyi,hayalini aldığı için gözü açık gitmemiştir rahmetlinin. ölürken de insana huzur verecek olan parası değil de,yaşadığı hayata baktığında yaptıklarıdır sanırım...


Bir "köyün delisi" daha gitti. Allah rahmet eylesin... Karpuz kabuğundan gemiler kaptansız kaldı. Nev-i şahsına münhasır bir adamdı Ahmet Uluçay. Kendisiydi. Kendi sinemasını oluşturdu. Fark edilemedi belki ama yine de iz bıraktı bu dünyada. O izi birileri fark edip iyice gözümüze sokar umarım...

Copyright © 2009 BoŞ MuHaBBeT ; Hiçbir hakkı saklı gizli değildir, ortalık malıdır