0

Gelibolu - Taksim Hattı

Posted by Trevanian on 04:37


Bildiğiniz gibi Avustralya ve Yeni Zelanda vatandaşları her yıl 25 Nisan "Anzak Günü" sebebiyle Gelibolu'ya akın ediyor. Bizim gibi, Onlar da milli kimliklerinde önemli bir yapı taşı olarak görüyorlar Çanakkale Savaşı'nı. Törenler Anzak Koyu'nda ve Gelibolu'nun muhtelif yerlerinde düzenleniyor. Dünya'nın öbür ucundan binlerce insan bu törenlere iştirak ediyor her yıl. Çanakkale'ye büyük önem veren Türk toplumu olarak biz de önceleri sadece 18 Mart zamanı toplu ziyaretlerde bulunurken son yıllarda Anzak Günü dönemlerinde de organizasyonlar yapıyoruz.

Tarihin en kanlı kara savaşlarından birinin yaşandığı Gelibolu'da çarpışan Türkler ve Anzaclar gerginlik bir yana samimi bir dostluk havasında geçiriyor bu günü. Resmi olmayan rakamlara göre büyük kısmını Türklerin ve Anzakların oluşturduğu 500bin kişinin hayatını kaybettiği ve daha üzerinden 100 yıl bile geçmemiş olan bir savaşın ardından böyle bir fotoğrafın ortaya çıkması kolay olmasa gerek.
Gelibolu'daki çetin savaşta siperler çok yakındı, zaman kısıtlıydı, ölü sayısı çok fazlaydı. Haliyle yerli yabancı tüm mezarların büyük çoğunluğu semboliktir bugün. Şavaşa katılıp dönmeyenlerin isimleri anıtlarda, mezar taşlarında olsa da birçoğunun nerede can verdiği kesin olarak bilinemiyor. Mezarlık konusunda bunca kargaşaya rağmen evlatlarının bilmedikleri topraklarda yatmasını yadırgayan Anzak aileleri cenazelerin yurtlarına getirilmesi taleplerini dillendiriyorlar. İşte bu talep karşısında Atatürk 1934 yılında, Anzac ailelerine şu mektubu gönderip gönüllerine su serpiyor;

Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız... Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuştur...

Ezberden "Atatürk büyük adam!" deyip geçenlerin O'nun nasıl bir insan olduğunu anlamaya hiçbir zaman yaklaşamayacaklarını düşünüyorum. Çünkü bizzat dahil olup yara aldığı, emrindeki askerlerine ölmeyi emretmek zorunda kaldığı, ki bir asker için en zoru bu olsa gerek, bir savaşın ardından üzerinden daha 20 yıl geçmemişken bu sözleri sarfedebiliyor. Samimiyetle dile getirildiğinden muhattabında karşılık buluyor. İşte bugünkü sıcak havanın tohumları daha o günlerden Atatürk tarafından atılmıştır. Bu sözlerinde ve bakış açısında ne kadar samimi olduğunu anlamak için uzaklara bakmaya gerek yok. Atatürk en büyük savaşı kime karşı verdi? İngiliz destekli de olsa Yunan Ordusu'na. İşte o Atatürk, 1922 de büyük bozguna uğrattığı devletin başkabakanı Venizelos tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilmiştir. Daha ilkokul yıllarında İzmir'de Yunan Bayrağı'nı çiğnemeyi nasıl reddettiğini öğrendik hepimiz. Ve yeri geldikçe haklı olarak övünmek ve Atatürk'ü övmek için dile getiririz bu olayı. Gelgelelim bu hikayelerin kafamızda o kadar yer etmediğini, sadece kuru bir malumattan ibaret olduğuna sıkça rastlarız.


Geçen gün böyle bir olaya daha şahit olduk. Malumunuz her 24 Nisan'da Ermeniler dünyanın çeşitli ülkelerinde gösteriler ve anma törenleri düzenliyorlar. Detayına inmeyelim ama varoluş gerekçelerini Türk düşmanlığı üzerine kurmuş kafatasçılar orada da var. Diasporanında etkisiyle her sene biraz daha sertleşen gösterilerde bu yıl Erivan'da Türk Bayrakları yakıldı. Bu bir avuç kin dolu, öfkeli, ırkçı kafanın marifetidir. Tasvip etmek veya kabul etmek mümkün değildir eyvallah. Fakat buna cevaben taksimde toplanıp Ermenistan Bayrağı yakmanın ne anlamı var? Bunu yapanların oradaki muhattaplarından farkı kalıyor mu? Dilinden Atatürk'ü düşürmeyen bir toplum olarak böyle tepki göstermememiz ilginç değil mi? Faydasız, ego tatmininden ibaret davranışlar bunlar. Ortamın gerilmesinin Türkiye'de yaşayan Ermeni yurttaşların tedirginliklerini artırmaktan başka bir halta yaradığı yok. Kendi huzurumuzu kaçırıyorsunuz o kadar. Yapmayın etmeyin kardeşim. Tepki mekanizmasından ibaretsiniz, etki yaratmak, inşaa etmek, üretmek derdiniz yok. Bak zerre kadar vatan millet sevginiz varsa, sadece insan ilgisi ve mesaisiyle halledilecek onlarca mesela, sahip çıkılacak onlarca insan var. Potansiyelinizi bu mecralara kanalize edin gözünüzü seveyim.

|
1

Herkese Benden Çay Şakir'e Yok!

Posted by Trevanian on 02:20

Sinan Çetin Türk sinemasının Sabri Sarıoğlu'sudur.

Sabri Sarıoğlu Ümit Milli Takımlar'daki üst performansıyla Galatasaray'ın geleceği ilan edilmiş, Hakan Şükür'le, Ergün Penbe'yle takım arkadaşlığı yapmış; Okan'la Emre'yle kıyaslanmaya başlamıştı. Sinan Çetin'de rahmetli Ziya Ökten'ile, Şerif Gören'le çalışmış genç yaşında Çiçek Abbas'ın yönetmenliğini yapmıştı.

Sabri 2oli yaşlarına gelmeden A takım kadrosuna girdiğinden Genç Sabri diye; Sinan Çetin de 30lu yaşlarına gelmeden Çiçek Abbas'taki başarısından ötürü Genç Yönetmen Sinan Çetin diye anılmaya başladı. Bu durum ikiside kadayıf kıvamına gelene kadar devam etti.

Sabri'nin futbolu ilerlemek bir yana yıl yıl inceden geriye giderken, Sinan Çetin'in yönetmenliği adeta Sabri'nin futbolculuğuna nazire yapıyordu.

Sabri futbolda Okan/Emre değil Recep Çetin yolunda ilerlerken bir yandan da gereksiz agrefis tavırları, tribün ve yönetim yalakalığı, itici demeçleriyle tüm futbolseverlerin antipatisini kazandı. Sinan Çetin ise Yavuz Turgul, Zeki Ökten hatta Yılmaz Güney'in izinde yeni yönetmen belkentisini boşa çıkarması bir yana bazen sistem mualifi, bazen liberal, bazen de çağdaş takılarak her dönemin iktidarıyla arasını iyi tuttu, hepsinin suyuna gitti, bir şekilde yolunu buldu ve dünyalığını fazlasıyla yapmış bir iş adamı olarak sinema severlerin tiksintisini kazandı.

Sabri uzunca süre futbol adına mevkisindeki çoğu sporcunun gerisinde olmasına rağmen fiziki problemleri olmadığı sürece Milli Takım kadrolarına bir şekilde dahil edildi. Sinan Çetin'de çok uzun yıllardır ortaya özgün ve kaliteli bir ürün koyamamasına rağmen hep mesleğin önde gelen ismi, duayeni muamelesi gördü.

Sonuç olarak Sabri'nin içerde oynanan Liverpool maçındaki performansını bile bir şekilde açıklayabiliyorum da Sinan Çetin'in Çiçek Abbas'ın yönetmeni olmasını bir yere koyamıyorum. Aklım, havsalam almıyor inanın. İçimden bu film senaryo Yavuz Turgul'un dehasının, başta Şener Şen ve İlyas salman olmak üzere figüranlara kadar tüm oyuncu kadrosunun üstün performansının ürünü Sinan Çetin'in etkisi ne ki? deyip kurtulmak geliyor ama ardınan bu pek ucuz bir yorum, azıcık topu taça atmak diye düşünüyorum.

|
0

Büyükşehir Çalışıyor

Posted by Trevanian on 01:20 in ,
(Balonlardaki yazıları okuyamadıysan resme tıkla, yok ben okuyorum diyorsan tebrik ederim bu şahin gözlerle F-16 pilotu bile olursun)

Penguen Dergisi'nden Cem Dinlenmiş'i yürekten, böbrekten, dalaktan tebrik ediyorum. Ahmet Misbah Demircan ve saz arkadaşlarının büyük rüyasını ustaca çizgiye dökmüş.

|
0

El Empleo

Posted by Trevanian on 03:08 in , ,
Birkaç ödül sahibi, animasyon türünde bir kısa film El Empleo. Türkçesi "İş". Arjantinli yönetmen Santiago Grasso'nun elinden çıkmış. Kısa filme uzun uzun laflar etmenin alemi yok. Eleştiride bu kadar yaratıcı, ifade biçimi bu kadar vurucu başka bir kısa filme denk gelmedim.



|
2

Emek'e İlişmeyin

Posted by Trevanian on 14:54 in

Gözünün üstüne kaşın var diyerek önüne gelene bombalar yağdıran ABD ve yancılarının onlarca yıldır kendilerine arıza çıkartan İran'a kuru tehdit savurmaktan öteye gidemeyişini; Orta Doğu uzmanları sık sık şöyle izah ederler: "İran, Irak gibi Osmanlı'nın dört eyaletinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş, millet bilincinden yoksun, toplama bir ülke değildir. Bilakis İran toplumu bin yıl önce yazılan eselerini on yaşındaki çocukların bile okuyabildiği, Sadi ve Hafız gibi büyük şahsiyetleri yetiştirmiş, Tahran, Meşhed, Şiraz gibi şehirler kurmuş, Selçuklu'ya Bizans'a yön vermiş zengin ve köklü bir kültürün mirascısı, özgüveni yüksek bir toplumdur. Onların kahramanları ABD nin Süpermen'i, Spiderman'i gibi karikatür karakterler değil Rüstem'dir. Haliyle İran'a asker sokmak Irak'a asker sokmaya benzemez! "

İran'ın gücünü tanımlanırken asker sayısından, füze teknolojisinden, savunma stratejisinden bahsedilmiyor. Bu tarif bize şunu anlatır. Toplumları güçlü yapan; insan kalabalığını toplum yapan şeyler şehri, mimarisi, sanatı, edebiyatı, tarihi, dili, inanç ve ahlak anlayışı, mitolojisi, toplumsal hafızası, ortak değerleri ve kültürel mirasıdır. Bunların güçlü, köklü, zengin ve özgün olduğu ölçüde toplumlar güçlüdür.

Sanayileşmesini tamamlayan Batılı ilk hedef olarak çarkı döndürecek sömürge arar. Hiçbir ülkeye de biz sizi soyup soğana çevirmek, iliğinizi kemiğinizi sömürmek, demirinizi, kömürünüzü, petrolünüzü kurutmak için geldik diye gitmezler. Irak'a demokrasi götürmek için gittikleri gibi kendi kendine medenileşemeyen bu "geri kalmış" toplumlara el verip gerekirse ikinci vitese alıp vurdurarak biraz "ilerletmek" için giderler hep. Gittikleri yerlerde de yerli yarı aydınların Modernleşme, Medeniyete ayak uydurma, ilerleme düsturuyla dayattığı Batılı reçetelerin uygulanmalarıyla o toplumun yaşam tarzı, giyim kuşamı, tüketim alışkanlıkları, şehirleri, meydanları, sanatı hatta dili alt üst ederler yani onları "güçlü" yapan kalelerbir bir teslim alırlar. Sonuç itibariyle sömürge toplum medeniyet olarak bir adım ileriye gidemediği gibi bozuk Fransızca, İngilizceleriyle, özgüveni tarumar olmuş, aşağılık kompleksli, özenti, üretmeyen, işletmeyen, elindeki avucundakini avrupadakilere benzer yerlerde avrupalıların istediği gibi tüketen, kuvvetsiz, güvensiz bir insan yığınına evrilir. Medenileşemese de Diesel kot pantolonu, Nike spor ayakkabısıyla, Mc Donalds'ıyla ve elinde Coca Cola içeceğiyle bir miktar batılı modern insan prototipine benzemeyi kar sayar. Bu yığın her türlü sömürüye ve suistimale açık, dirençsiz bir kitledir artık.

Şüphesiz bu süreç her ülkede farklı dinamiklerle, farklı hızlarda farklı biçimlerde işliyor. Fakat metodoloji Kuzey Afrika'da da, Orta Afrika'da da , Orta Doğu'da da benzer. Değişim, dönüşüm ve ilerleme adı altında yürütülen bu işgale mutaassıp ve katı olarak tarif edilen İslami geçmişi olan sağ siyasi partilerin direnç göstermesini bekleriz doğal olarak. Türkiye'yi yedi yıldır yöneten AK Parti'ye karşı muhalefet "Din eksenli, muhafazakar, AB karşıtı ve gerici" oldukları tezi üzerine inşaa edildi. Bu tez doğru Türkiye'de iktidarlardan bile kof muhalefetlerin olduğunun bir başka kanıtıdır bu durum. Çünkü geçtiğimiz yedi yılda gördük ki bunlar bırakın düzen karşıtı olmayı, düzenin bayraktarlığını yapmış, Türkiye'de bir koşuysa kapitalizm onun en güzel yüz metresini koşmuştur. Keşke diyorum samimiyetle, keşke AK Parti gerçekten "gerici, bağnaz, tutucu, değişime, ilerlemeye karşı" bir odak olsaydı. İnanıyorum ki şundan daha kötüsü olmazdı. Konuşmaların arasına "Allah'ın izniyle, İnşallah, Bismillah, Hamdolsun" sözleri serpiştirilmekle islami bir bakış açısına sahip olunmaz. Hiçbir İslami ekonomi yorumu size "Bakkal amca devri bitti devir süper market devri" cümlesi kurdurmaz. Bu bakış açısı katıksız serbest piyasacı, tekelci, rekabetçi, sömürgeci kapitalist kafanın ürünüdür. AK Parti'nin tipik bir düzen partisi olduğu, tüban, imam-hatip gibi sembolik birkaç konu dışında islami bir derinliği olmadığı aşikardır. Bu münfarit olarak bir bakanın, parti başkanının, kanaat önderinin duruşu değil doğrudan hareketin karekteridir. Haliyle AK Parti'nin (istisnaları bir kenara bırakırsak) belediyelicilik anlayışına da bu pencereden bakmak, bu açıdan değerlendirmek lazım.

(Peşin peşin şunu belirteyim ki şu ankinin herhangi bir eski yönetimden daha iyi olması beni ilgilendirmez. "Şu varken şöyleydi bak şimdi en azından daha iyi" demeyin zira benim nazarımda kıymeti yok. Çünkü, misal ben Topbaş'a sallamak Kılıçdaroğlu gelse daha iyiydi demek değildir. Kılıçdaroğlu'ndan, Karayalçın'dan iyi olmak kimseyi aklamaz.) Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyeleri'ni üst üste kazandı son seçimlerde AK Parti. Üç dönemdir Ankara belediye başkanı Melih Gökçek. Başkentin hali ortada. Şehir'de bir albeni, bir ruh, bir karakter yok.

Ankara'nın tarihi zaten Cumhuriyet'le başlar desek yeridir, arkası Hititler'e kadar bom boş diyorlar. Yani nerdeyse sıfırdan imal edilen bu şehrin daha farklı kurulması pek de mümkün değil diye ekliyorlar. Peki İstanbul'u ne yapacağız?

İstanbul'un lafta değerlerine sadık, muhafazakar, dindar, geçmişini reddetmeyen hatta Osmanlı'yı dilinden düşürmeyen Belediye Başkanları ne hale getirdilier şehri. Müslüman Muhafazakar dediğin adamdan böyle "Mall, City" diye biten alışveriş merkezlerine sempatiyle bakmasını beklemeyiz değil mi? Neticede içinde sakallı hacı amcalar, başı kapalı teyzeler dolaşmıyor bunların. Belli başlı alışveriş merkezi olarak Anadolu yakasında Capitol , Avurupa tarafında Akmerkez vardı eskiden. 2000 li yıllarda her biri, bir öncekinden daha büyük, daha lüks, daha debedebeli alışveriş merkezlerini peşi sıra dikiverdiler İstanbul'a. Levent'e önce Metrocity dikildi yetmedi, tüm itirazlara rağmen, Kanyon'u kondurdular dibine. Zaten bela olan trafik iyice piç oldu. Mecidiyeköy'e büyük tantanayla Profilo dikildi , peşi sıra devasa Cevahir açıldı tüm havası söndü. Kadıköy'de Tepe Natulius, İstinye'de İstinye Park, Optimum, Aymerkez derken adım attığımız yer AVM oldu. Belediyelerin, İETT arazisi olmalarından dolayı şehrin göbeğinde boş kalan büyük arazileri AVM dikmek üzere kodamanlara tahsis etmesini hangi muhafazakar görüşle açıklayabiliriz? Muhalefetimiz de bu araziler sadece Arap Şeyhleri'ne pazarlandığında seslerini yükselttiler. Dertleri o yapıların dikilmesi değil sahiplerinin Arap olmasıydı sadece.

Bizi biz yapan, kişiliğimizi şekillendiren, karakterimizi belirleyen, paradigmalarımızı yaratan olgulardan birisidir şehir. Yetiştiğimiz aile kadar, aldığımız eğitim kadar kimliğimizde pay sahibidir. Şimdi bakalım "güzel ahlak sahibi, namuslu ve karakterli" nesiller yetiştirmek istediklerini söyleyen muhafazakar demokrat belediyelerimizin faaliyetlerine. Akşamdan sabaha "Mall"lar dikiyorlar ve bunların Balkanlar'ın, Avrupa'nın, Ortadoğu'nun veya bilmem nerenin "en büyüğü" olmasıyla övünüyorlar. Kentsel dönüşüm, ıvırsal zıvır diyerek şehrin güzel yerlerini yurt edinmiş istenmeyen tüyleri! şehrin mümkün olduğunca dışına en azından dönüşecek mekanın uzağına sürmenin afilli yollarını arıyorlar. Modernizm adına dikilen şekilsiz, çirkin, yüksek binalara kaçak bile olsalar kitabına uydurup ruhsak, yasal zemin ayarlıyorlar. Kültürel faaliyeti Tarkan'a Taksim'de konser verdirmek sanıyorlar. Yunus Emre'nin adını 14 Şubat'la beraber anma densizliğini gösteriyorlar. Şehri bir otopartklar, mallar, plazalar,yüksek tek tip estetik yoksunu binalar, alt üst geçitler, 15 günde sökeleceği belli olsa da her yıl milyonlar harcanıp ithal edilen yabancı oldukları her hallerinden belli emanet duruşlu laleler, seçkinlerin ikamet ettiği nezih semtler ve onlara hizmet edenlerin yaşadığı gettolar şeklinde eviriyorlar. Çocuklara oynayacak sokak, meydan, yetişkinlere anı, hatıra bırakmıyorlar. Buldukları her boş metrekareyi anında dolara çevirmenin yollarını arıyorlar. Kışın insanlar sokaklarda donarak can verirken milyon dolarları dolaylı yollardan, maçlarını ortalama 13.78 kişinin izlediği takımın futbolcularına aktarıyorlar. Şimdi bu şehir mi üretecek güzel ahlaklı, kişilikli, karakterli nesilleri?

Beyoğlu Belediyesi de Büyükşehir Belediyesi gibi tüccar kafalı, görevi güçlü adamlarına rantları kimseyi kızdırmadan ve yasaya uygun biçimde pay etmek olan başkanlar tarafından yönetiliyor. Bunun tartışılacak bir yanı yok. Bu sebepledir ki şehrin ruhu, tarihi dokusu, sokakları, hikayeleri, mahalleleri, kahvehaneleri onların umurunda değil. Arada göstermelik iki şov yaparlar bir yalı restore ederler hepsi o kadar. O yüzdendir ki Emek Sineması'nın yıkılacağı haberine zerre kadar şaşırmadım.

Emek Sineması festivallerden bildiğimiz, Yeşil Çam sokağında tarihi mütevazi bir sinema. 1924 yılında Melek adıyla kurulmuş. Binası daha da eski, 1884 yılında dikilmiş. Mülkiyeti kamuya ait. Kontrolü de tabi kamu adına erki elinde bulunduranlara. Hepimizin malı olan Emek Sineması uzun yıllardır İstanbul Film festivaline ev sahipliği yapıyor. Mazisi var, tılsımı var, kendine has bir havası var. Emek Sineması İstanbul ve Beyoğlu için bir değerdir bir semboldür. İstanbul sakinlerinin hayatında, hatıralarında yeri vardır. Yeşilçam sokağından geçerken Emek sinemasının yerinde moloz yığınları görmek bizim maneviyatımızı zedeler, ruhumuzu sıkar. Beton yığınlarını şehir yapan, bireyle şehir arasında bağ kurduran Emek gibi yerlerdir. Şimdi modernleşmek adı altında Emek'i yıkıp yerine başka bir "City, Park" dikmek istiyorlar. Çünkü adamların tek motivasyonu karın maksimizasyonu. Kararı İmzalayan belediye başkanı ambalajda muhazakar Ahmet Misbah Demircan, kültür bakanı sol kökenli Ertuğrul Günay. Bunlar solcu/tutucu görünümlü kodaman dostlarıdır. Bunlar düpedüz doğan görünümlü şahindirler. İçinde bulunduğumuz yıl itibariyle Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul'un Cumhuriyet döneminin simge haline gelmiş sinema salonu Emek ,sosyal demokrat kültür bakanı ve muhafazakar belediye başkanı tarafından elbirliğiyle yıktırılmaya çalışılıyor. Kültür başkenti etkinliği olarak da popçu bozuntularına meydanda şarkı söylettiriliyor. Fıkra gibi, şaka gibi. Yapılan planlara göre Emek Sineması'nında içinde bulunduğu alan yıkılacak ve yerine bir AVM yapılacak. Ama tarihi dokuyu korumak adına ön cephesi buranın eski hali gibi olacak, en üst katta da Emek'in bire bir kopyası sinema yapılacak. Adı da gene Emek Sineması olacak. Böylece partiye yakın bir kısım iş adamları voleyi vururken Beyoğlu'da modern bir alışveriş merkezi kazanmış olacak.

Çıkıpta Almanya'da şöyle yapıyorlar, Fransa'da da böyle yapıyorlar dünyanın gerçeği bu romtantik romantik konuşmayın diyen dalkavuklar çıkacaktır. Birincisi Batı'nın Paris, Londra gibi bayrak kentleri birer açık hava müzesi gibi. Bırakın sembol yapıları yıkmayı tarihi dokuyu korumak adına yanındaki boş araziye bile AVM yaptırmazlar. Herşey bir yana bana ne kardeşim İngiltere'den, Zimbabwe'den, Uruguay'dan? Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, biz sinemamız, çeşmemiz, camimiz, kilisemiz, otobüs durağımız yerinde dursun istiyoruz. Elin yaptığından bize ne?

Gözlerim bir yandan kültür karıncalarını arıyor. Ota boka değerlerimiz yozlaştırılıyor, değerlerimiz zarar görüyor diye karşı çıkan, işi adam tartaklamaya kadar götüren karıncaları. Sağda solda kültürel değer nutukları atacağınıza bir işin ucundan tutun. Emek için ufak bir emek harcayarak başlayabilirsiniz mesela.

Kısaca derim ki Emek semboldür. Yoksa alt tarafı bir tane sinemadır. Olmaması dünyanın sonu değil ama müslüman demokrat görünümlü kapitalistlerin İstanbul'u piyasa adına teslim alma sembolüdür. Böyle böyle adım adım mahvedekler, içine ettiler zaten yeterince ama iyice tanınmaz hale getirecekler. Ve bir sabah uyanacağız ki Nedim'in İstanbul Kasidesi'nde bahsettiği şehirden eser kalmamış. Teslim olmayın vermeyin şehrinizi. Ahmed Misbah kim ki? Sesiniz gür çıkarsa kılına dokunamaz binanın. Çıkmazsa sonumuz tutunduğu tüm dallar kesilmiş, köküne kibrit suyu çakılmış, şehri talan edilmiş, aciz, ezik, özenti, sığ bir sömürge vatandaşına dönüşmektir. Biz dönüşmesek bizden sonrakiler dönüşür. Hani şu kellere şampuan satan reklamda diyorlar ya : Bir günde olmaz ama bir gün olur.


|
0

Gerçek ve Kurgu

Posted by Trevanian on 06:31 in ,

Alev Alatlı zevkle ve ilgiyle okuduğum bir yazar. Mark Twain'in şu harika vecizesine de O'nun bir kitabında denk gelmiştim. "Gerçek, Kurgu'dan daha acayiptir, çünkü Kurgu, olabilirlikleri gözetmek durumundadır; Gerçek'in öyle bir zorunluluğu yoktur." Ne kadar doğru değil mi? Kurgu ne kadar sıra dışı olursa olsun en nihayetinde yaratıcı bir zihinle/zihinlerle sınırlı bir ihtimaller dairesinin ürünüdür. Kurgu bir şekilde sınırlanmış bir kümenin elemanıdır; Gerçek ise sadece oluverir. Tarihin tozlu sayfalarını biraz kurcaladığımızda Gerçek'in Kurgu'dan daha acayip bir davranış sergilediğine defalarla rastlıyoruz. İçinde bulunduğumuz gün de öyle bir gün.

Çok partili siyasi tarihimiz aynı zamanda bir darbeler tarihi gibidir. Kimisi perde arkasında kalmış, kimi başbakan asmış, kimi cuvallamış kendi başını yemiş darbe girişimleri tarihi... Bu darbelerin ve darbe teşebbüslerinin herbirinin kendine has özellikeri vardır.
"Emir komuta zincirinde gerçekleşen ilk darbe" diye tanımlarlar 12 Mart 1971 darbesini. Farklı görüş ve akımlardan yakın tarih okuması yaptığımızda şu ortak bilgiye ulaşıyoruz ki fikri önderliğini o dönemgençler ve üniversiteliler üzerinde müthiş etkili olan Mihri Belli'nin yaptığı Milli Demokratik Devrimciler Asker eliyle gerçekleşecek bir sosyalist devrime inanıyordu. Hem Aybar hem de Boran, Mihri Belli gibi düşünmüyordu ve TİP de kontrolü O'na hiç kaptırmadılar. Ama genç subaylar önderliğinde gerçekleşecek devrime inanan Milli Demokratik Devrimcilerin eli kolu çok yerlere uzanmıştı ve sol kesimin bir kısmında askeri darbe(devrim diyor onlar) beklentisi oluşmuştu. Bir takım gazetecilerin ısıtıp ısıtıp servis ettikleri "Genç Subaylar Rahatsız" manşetlerinin ve buna tepki olarak oluşan "Genç siviller" hareketinin isim babaları MDD cilerdir dersek yanlış yapmış olmayız. Aslında 9 Mart 1971 de MDD ci bir cunta başarısız bir darbe girişiminde bulunmuştu. İstihbaratla önlenen bir girişimindi bu ve bulaştığı tesbit edilen komutanlar direk emekliye sevk edildi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra 12 Mart 1971 Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları imzalı meşhur muhtıra yayımlandı. Bu muhtırayla meclis feshedilmedi fakat hükümet değişti, yargı askerin kontrolüne geçti.

Genç subaylar önderliğinde devrim hayali kuran ve bu darbeyi o darbe sanan sol tandanslı çok yazar ilkin 12 Mart'a arka çıktı. Doğan Avcıoğlu'nun hatta sonradan yanlış yaptığını ifade eden Uğur Mumcu'nun o dönem siyasileri kalaylayan ve cuntaya selam eden yazıları ortadadır. Fakat bu yazarlar darbenin sol gösterip sağ vuracağının farkına geç vardılar. Gerçekten de 12 Mart'ın çilesini en çok çeken solcular oldu. Ve final gözü dönmüş bir sıkı yönetim hakiminin verdiği insaf/vicdan/adalet/hukuk yoksunu idam kararlarıyla yapıldı. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın davalarına on yıl önce başka bir darbeyle katledilen Menderes ve arkadaşlarının rövanşı gözüyle bakan bir hakim düşünün. Hani "
Et kokarsa tuz var ama tuz kokarsa ne var?" derler ya öyle bir durum işte. Kokan tuz üç genci komünist oldukları için tez elden idama gönderdi.

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını darağacına yollayan Sıkı Yönetim Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi idi. Gerçek kurgu ilişkisiyle başladık ya lafa. Şimdi düşününki çekilen bir filmde Deniz Gezmiş'in kalemini kıran hakim boğularak can vermiş olsun. Öyle şey mi olur kardeşim, onun olma ihtimali milyonda bir, biraz gerçekci bir son olsaydı daha iyi olurdu falan deriz değil mi? Kurguda olabilirlikleri göz önününde bulundururuz çünkü. Ama gerçeğin öyle bir zorunluluğu yokmuş gerçekten. Ali Elverdi dün "
yediği yemeğin nefes borusuna kaçması nedeniyle solunum yetmezliği" sonucu can verdi. İster ilahi adalet deyin, ister bu saatten sonra gelen adaletten nolur deyin, ister tabiat ananın gazabı deyin, ister sadece tesadüf deyin, ister ölenin arkasından konuşma it herif deyin, ister başka bir şey...


Gerçek olan bir şey var ki husumetle, intikam duygularıyla, adaletten insaftan yoksun hırslarla alınan kararların kimseye faydası olmuyor. Tam aksine toplumumuzun vicdanında kapanması zor yaralar açıyor. Düşünün ki bu memlekette Adnan Menderes'i astılar bugün Hava Alanları'na adını veriyoruz, siyasi mirascısı olabilmek için millet birbirini yiyor ; "Ölürken bile komünizm propagandası yapmak" suçundan üç gencin canını aldılar bugün TKP yasal bir parti olarak siyaset yapıyor; sırf Kürtçe konuştukları ve Kürtüm dedikleri için insanlar işkencelerden geçirildi bugün devlet kendi eliyle TRT 6 yı kuruyor. Örnekleri onlarca alanda çoğaltmak mümkün. Hiçbirşey yapmasak zaten er geç kendiliğimizden ölüp gidiyoruz. İskender'e Cengiz Han'a kalmamış dünyada neyi paylaşamıyoruz niye birbirimizi gırtlaklıyoruz kardeşlerim?

|
0

Güreşte 3 Madalya

Posted by Trevanian on 05:03 in , ,
Spor medyasının lokomotifi tartışmasız futboldur. Lokomotiflikten de öte aslında spor basını hemen hemen üç büyüklerin haberlerinden ibaret bir futbol basınıdır. En çok satan gazetelerimizde bile Anadolu'daki futbol takımlarına bir sayfa ve dünyadaki diğer tüm spor gelişmelerine yarım sayfa ayrılır. Blog camiasında da durum pek farklı değil. Her ne kadar blogların spor basınına alternatif olduğu dillendirilse de "futbol basınına" alternatif olabileceklerini söylemek daha doğru olur. Kopyala yapıştır yaptıkları kuralları bile okuyup anlamaktan aciz, Bilica'nın açtığı artezyen kuyusundan ötürü Fenerbahçe'nin hükmen mağlup edilmesi gerektiğini sanan futbol blogcularına rağmen bunun gerçekleşmesi hayal değil. Diğer branşlarda misal basketbolda, voleybolda kaliteli blogları var mı? Evet var ama alternatif olabilecekleri bir voleybol basını hatta basketbol basını yok malesef.

Lafı ata sporumuza getirmek için debeleniyorum. Milli spor olarak gördüğümüz bir branş güreş. O da minder güreşi değil özünde yağlı güreş. Fakat milli ve kültürel değerleri konusunda son derece hassas olduğunu defalarca(!) ispatlayan necip milletimiz Kırkpınar'ı yavaş yavaş yalnızlığa terk ediyor. Eşcinsellerin yağlı güreşe ilgisi 70 milyonun ilgisinden daha fazla olacak gibi önümüzdeki yıllarda. Laf aramızda "Puan almak" deyimi
bile artık bambaşka manalarda kullanılmaya başlandı. Yağlı güreş bile bu haldeyken minder güreşine bir ilgi beklemek hayalcilik olur. Dün de derbi maçı vardı ve en iyi ihtimalle Çarşamba gününe kadar spor(!) gündemimiz belli. Spordan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışmama rağmen üç beş kişiyle de olsa güreşteki şu başarıyı paylaşayım istiyorum.

Bakü'de düzenlenen Avrupa Grekoromen Güreş Şampiyonası'ndan güreşçilerimiz Nazmi Avluca ve Rıza Kayaalp altın ve Cenk İldem broz madalyayla döndü. En başarılı olduğu iki branşa (Halter ve Güreş) bu kadar ilgisiz başka bir ülke halkı ve medyası var mıdır acaba? Bunu eleştiri olarak da almayın gerçekten ilginç geliyor bana. Türkiye Cumhuriyet'nin tüm zamanlarının en başarılı sporcusu sanırım Naim Süleymanoğlu'dur. Bu yaşayan efsane herhangi bir şehrin sokaklarında dolaşsa tanıyan hürmet eden kaç kişi çıkar diye merak ediyorum. Bu madalyalı sporcularımızda yurda döndüklerinde muhtemelen geçim derdine düşecek ve belki de Anadolu'nun ücra bir ilçesine beden eğitimi öğretmeni olarak atanma hayaliyle yaşayacaklar. Hangi alanda olursa olsun Kıta'nın en tepesinde yer almak çok çok büyük bir başarıdır. Bu üç sporcumuzu başarılarınızdan ötürü tebrik ediyorum. Siz bizim ilgisizliğimize aldırmayın, toplayın madalyaları. Er geç kıymetinizi bilen bir nesil gelir.

|
3

Eyjafjalla Jökull

Posted by Trevanian on 02:33 in

Haberlerde "İzlanda da yanardağ patladı" şeklinde şeklinde rastgeldim hep. Adını veren de vardır belki ama benim okuduklarım bu şekildeydi. Halbuki yanardağ dediğin, hele hele de aktifse, namını ismiyle yapar. Hiç Etna için Vezüv için "İtalya'da bir yanardağ" diye bahsedildiğine rastladınız mı? Ben rastlamadım. Peki niye bu dağın adı anılmıyordu ?

Sherlock Holmes ciddiyetiyle olayın peşine düştüm. İşin perde arkasında "Solskjaer" sendromu varmış meğer. Slavların bazı sesli harf düşamı isimlerini telaffuz etmek işkencedir. Tymoshchuck dan Bescastnykh den az çekmedik futbolseverler olarak. Bu Slavlardan daha beteri varsa onlar da Kuzey Avrupa memleketleridir. Manchester United'ın zamanında Shearer'ı alamadıktan sonra sessiz sedasız getirdiği Norveçli Ole Gunner Solskjaer , Semih Şentürk'ten bile daha sabırlı süper yedek arkadaşımızdı. On sene kadar Solskjaer'in maçlarını izledim fakat hala adının doğru telaffuzunu bilmiyorum. Solskayer, Solsjer, Solsyer, Solsjaer gibi spiker söylemlerine şahit oldum ama hangisi doğru veya bunların dışında bambaşka bir telaffuzu mu var bilmiyorum. Aklıma şimdi geldi bak bu bunalımın bir benzerini de Viceroy marka sigarayı tüttürenlerde görüyorum. İlginç telaffuzlarıyla bakkalı çakkalı kasiyeri zor durumlara düşürüyorlar.

Velhasıl kelam "İzlanda da bir yanardağ" diye geçiştirilişinin nedeni adının Eyjafjalla Jökull olması imiş. Telaffuz için gözüme kestirdim ilkin ama doğrusunu dinleyince vazgeçtim. Şöyle okunuyormuş Eyjafjalla Jökull . Yazması da söylemesi de dert yani.

Son sözüm dünya halklarına. Dağınıza,taşınıza, denizinize, oğlunuza, kızınıza efendi gibi Toros, Himayala, Alp, Hans, Jack, Ali, Alex benzeri isimler verin kardeşim. Bizi komik hallere düşürmeye kimsenin hakkı yok.


|
0

İşte bu

Posted by Trevanian on 01:05 in
Siyasetin ciddi bir iş olduğunu, ağızdan çıkanın kulakta mola vermesi gerektiğini sık sık duyarız. Kısmen de doğru laflardır bunlar. Fakat bütün siyaset , siyasi lider paradigmalarımızı alt üst eden liderlerimiz var hamdolsun.

Bir süre önce Devlet Bahçeli'nin bir kelime bir işlem deki başarılı performansına şahit olmuştuk. Dört hamlede 40 sayısına ulaşmıştı agresif bir ses tonuyla. Şimdi de yedi senedir memleketi yöneten Başbakan Nasreddin Hoca'yı kıskandıracak bir açıklama yaptı işsizlik oranıyla alakalı.





Benim gibi karamsar tosbağalara yeni bir bakış açısı kazandırdı Tayyip Erdoğan. Artık hayata bardağın dolu tarafından bakıyorum.


Mesela eskiden Kenan Evren gibi darbe yapıp 1 milyon kişiyi işkenceden geçiren adamlara kızardım şimdi en azından ortalama 20 yılın 15 inde darbe marbe yapmıyorlar ve yapsalar dahi nüfusun % 80 ini işkenceden geçirmiyorlar diye seviyorum kerataları.

Ayrıca Unakıtan'ın evladı mısırdan voleyi vurdu diye hayıflanırdım şimdi en azından arpaya buğdaya ilişmediler diye sempati besliyorum Unakıtangiller'e. Artık Guiza'ya, İbrahim Üzülmez'e, Bekir Çoşkun'a, Ertuğrul Özkök'e bambaşka bir gözle bakıyorum. Bana bu vizyonu kazandıran büyük başkan Erdoğan'a teşekkür ediyorum. İşte Başbakan dediğin böyle olur.

|
0

Rolleri Değişin Bakayım. Şimdi Senin Hümanist Olma Sıran Tamam mı Çocuğum?

Posted by Trevanian on 06:56 in


Söz önemlidir. Söz ola kese savaşı söz ola kestire başı derler, o derece önemlidir. Fakat sadece ağızdan çıkan veya kağıda dökülen kelimelerin toplamından ibaret değildir "söz". Türk Dil Kurumu bana az da olsa arka çıkıyor bu mevzuda. Şöyle ki, "Söz" kelimesinin anlamlarından birinde "Bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan kelime dizisi, lakırtı, kelam, laf, kavil " yazıyor. Demem o ki söz sadece kelimelerden ibaret değildir, kimin söylediği, ne zaman söylediği, nerede söylediği, ne şartlarda söylediği de en az kelimeler kadar önemlidir. Haliyle bir söze bakarken TDK nın tabiriyle hangi düşünceyi eksiksiz olarak anlatan kelime dizisi, lakırdı, kelam olduğunu da düşünmek lazım. Tabi kastettiğim önüne geleni şucu bucu diye fişlemek değil. Birilerine karşı peşin hükümlü olmak da değil. Sadece ve sadece ortaya konan sözleri kendimizce biraz daha detraflıca tahlil edip onu söyleten motivasyonları ve arka planı göz önünde bulundurduktan sonra kanaat sahibi olmak gerektiğinden bahsediyorum.

Bu kadar boş lafı şu yüzden ettim. Yarın Türkiye Cumhuriyeti ve Yavru Vatan Kıbrıs hümanizm ve barış cenneti olacak. Şiddet karşıtları,yılmaz insan hakları savunucuları, ezilenlerin yoldaşları mantar gibi türeyecekler. Sesleri gür ve öfkeli çıkacak. Niye? Çünkü Ahmet Türk'ün mahkeme çıkışında burnunu kırdılar. Yan yana dizdiği kelimelerde haklı gibi görünseler de büyük çoğunluğunun "söz"lerinin değeri yok gözümde. İstisnaları saygıyla kenara bırakıp öfkeli kalabalığın genelini ele alırsak karşılaştığımız manzara şu olacak. "Şiddet" ve "hayır" kelimelerinden ibaret laflar etseler de ekserisinin sözü yani "eksiksiz olarak anlatılan düşünceleri" şudur: "Bizden olana, bize uygulanan şiddete her şartta ve her koşulda hayır. Osman Baydemir galiz küfürler savursa da hayır, Emine Ayna hanımefendi katillere methiyeler düzse de hayır. Amaaaaa ... Belediye otobüsünde Serap'ı diri diri yakmak serbest, hoş olmadı ama çok büyütmemek lazım yani. Bursasporlu futbolcuları öldürmeye teşebbüs serbest çünkü onların taraftarı zamanında PKK dışarı diye bağırdı. Polis'e taş/kurşun/el bombası ve bilimum patlayıcıyla saldırmak serbest çünkü onlar egemenlerin adına çalışıyor. Diyarbakır'da şehrin ortasında bomba patlatıp üniformalıyı, sivili, şoförü, öğrencileri katletmek serbest çünkü o bağımsızlık adına verilen mücadelede yaşanan istenmeyen bir olay. Olmasa daha iyi olur da olduysa da kızmamak lazım yani."

Bugün/yarın bas bas bağıracak olanların çoğu, Osman Baydemir'in terbiyesizliğini hoşgördüler,Serap'ın katillerine gıkları çıkmadı, Bursasporlular'a "onlar da hakettiler!" dediler ya da hiç ses etmediler, bombacılara ağıtlar yaktılar, polis de insan evladı onları çocuklarınıza taşlatmayın demediler, hatta belki bazıları haince kurulmuş pusularda canlarını, kollarını, bacaklarını bırakan İstanbullu, İzmirli, Sinoplu, Konyalı, Erzurumlu gençlerin haberlerini aldıkça zafer mutluluğu duydular.

Uzun lafın kısası sadece kendi ayağına basıldığında zıpladığın sürece seni kimse ciddiye almaz. Bahsettiğim kitlenin derdi, şiddet ortamının kalkması, bombaların patlamaması, burunların kırılmaması, insan haklarının güvence altında olması değildir. Onlar hep nalıncı keseri gibi kendilerine yontrarlar. Şu an atılan o yumruğa en fazla sevinenler azılı Ahmet Türk düşmanları ve bugün ağızlarından salyalar saçarak mazlum edebiyatı yapacak olanlardır. Hatta burnu kırılacağına, kolu bacağı kopsa daha memnun olurlardı. Çünkü kendilerine düşman bellediklerine saldırmak için daha vurucu enstrümanlara sahip olurlardı. Olayları hep işlerine geldiği gibi, "Biz" dedikleri gurubun menfaatine olacak şekilde yorumlarlar bunlar. Dün ak dediklerine bugün ve yarın kara diyecekler. Kendi canları yanarken bağırıp başkalarının canlarını yakarken kendilerini haklı gösterecek gerekçeler üretecekler. O yüzden gözümde zerre kadar değerleri yok ve büyük ihtimalle açıp ne demişler diye söylediklerini okumaya bile tenezzül etmeyeceğim. Kimden geldiğine bakmadan faşizmin her türlüsüne, her şartta sesi gür çıkmayanların, söz söylemeye ve ortalığı ayağa kaldırmaya hakkı yoktur.

Yazının bu kısmına kadar olan yerini okuyup benimle her türlü mutabık olanların bir çoğu da bu yukarda bahsettiklerimin negatifleri gibidirler. Resim aynı resimdir de biri tab edilmemiştir ve o yüzden birbirinin zıddı gibi görünürler. En basitinden vakti zamanında en insanı duyguların insanları kesilenler Ahmet Türk'ün başına gelenlere mazeretler üretmeye başlarlar. O da tahrik etti derler, haketti derler, terörist olduğundan O'na ne yapsalar müstehak derler... ABD koca Irak'ı alt üst etmek için mazeret buluyor bunlar mı bulamayacak....

Ne yani adamın ağzını burnunu kırmışlar tepki göstermeyelim mi ya da sen buna karşı değil misin? diyeceksiniz. Gösterin elbette ama aynı zamanda sözünüzün eri de olun. Sadece ideolojinize hizmet eden şeylere insanlığının tutuyorsa efendi gibi bunu dile getirin ki herkes ne olduğunuzu bilsin. Bizim için şu kitlenin menfaatleri önemlidir, gerisi umrumuzda değildir deyin. Yok insanlıktan, insan haklarından, mazlumluktan, mağdurluktan, hümanizmden bahsedecek ve bu kavramlar adına konuşacaksanız o zaman kendinizden gördüğünüz kesimlerin/kişilerin yaptığı zulme de aynı şiddette, kıvırmadan, mazeret uydurmadan, samimi tepki koymanız lazım ki sizi ciddiye alalım. Mahkeme çıkışında bir insanın öldüresiye dövülmesine tepkiniz adı "Ahmet Türk" olunca siyah, "Mehmet Türk" olunca beyaz oluyorsa kusura bakmayın ama yamukluk sizdedir.

Bunca tantanadan sonra o yumruğu atan faşistlere bir çift sözüm var. Yukarda bahsettiğim iki pis güruhada dahil olmadığımdan dolayı bu sözleri söyleme hakkını kendimde buluyorum. Türkiye'deki en mal ve boşa oksijen yakan yurttaş profilinin vücuda gelmiş halidir bu ikisi. Kimin gazına geldiler bilmiyorum ama tahminim Ahmet Türk hakkında sahip oldukları tek bilgi "vatan haini!" ve kapanan DTP nin eşbaşkanı olduğudur. Belki DTP nin kapatıldığını bile bilmiyorlardır. Çünkü sözün bittiği yerde kavga başlar yani söyleyecek sözü olan adam için kavga en son seçenektir. Söz söylemek için az da olsa bilgi gerekir ki bu vatandaşlarda onun olmadığı çok açık. Şimdi bir olup vatan için adam döven bu iki hödük ve klonları muhtemeldir ki bir zaman Çarşı vs Genç Fenerliler diyerek stad çevresinde, içinde, kahvede birbirine kafa göz, satırla bıçakla dalmıştır. Hatta o ortamda aslolan Beşiktaş, Fener olduğu için DTP li kardeşleriyle birlikte dalmışlardır karşıdaki oropcu çocuklarına. O oropcu çocuğu dedikleri, kafalarına koltuk fırlattıkları adamlarla belki de aynı siyasal partide omuz omuza dava arkadaşlığı yapıyorlardır miting meydanlarında. Kartlar yeniden karılıp dağıtılır ve bu hödük sürüsü her yeni oluşan durumda dün kardeşim dediği adamın kafasını gözünü yarmak için, anasına bacısına sövmek için hırslanır durur. Bu mallığın eseridir. Akıllı adam ömrü hayatında hiç muhattap olmadığı birinin kafasına sandalye fırlatırken, burnuna yumruk atarken, kafasına taş atarken bir an için de olsa "ulan ben napıyorum?" diye düşünür. Ondan sonra en kötü yaptığı saçmalığın bilincine varıp defolup gider. Geri zekalı adam ise oluşan yeni şartlara göre linç edecek yeni adam arar. Biraz ağır oldu ama bence durum budur. Ahmet Türk'ün burnunu kıracak kadar vatansever! hassas, en asil duygunun insanları en az 1000.000 kişi toplanırsınız yakında facebookda. Çünkü kutsallarınız için yapmayacağınız yoktur. Ama bu bir milyon adamın aklına Ahmet Türk'ün burnunu kırmak yerine Kore Gazisi'ne sahip çıkmak gelmez. Adamcağız açlıktan öldü geçen yıl. Bir başka terör gazisi kan dökerek savunduğum ülkemi AİHM e şikayet etmek zorunda kalmaktan utanıyorum demek zorunda kalmazdı. Çünkü vücuduna 19 parça şarapnel saplanan insana uzuv kaybı yok diyerek gazi değilsin dediler ve ne maaş ne de iş veren oldu. Ağız burun kıracağınıza şu insanlara sahip çıksanız fena olmaz mı ?


|
4

Sıkıcı, Uzun ve Özensiz Bir Yazı

Posted by Trevanian on 22:34

Kim ne derse desin adam siyaseti biliyor arkadaş. Bence olayı çözmüş. Danışmanlarının mı marifetidir yoksa kendi becerisi midir orasını bilmiyorum artık. Başbakandan bahsediyorum evet. Ara sıra radyo dinleyen bir insan evladıyım. Fenerbahçelilerin daha iyi tanıyacağı Cem Arslan var Best Fm de. Sabahları Gazoz Ağacı diye program yapar. Gazete okur, yorum yapar, dalga geçer, över, yerer. Eğlenceli de bir üslubu vardır. Sık sık Tayyip ve AKP yi eleştirir, makaraya dolar, hatta zaman zaman aşağılar.Haberdar olmuşsunuzdur geçenlerde Tayyip radyoculardan geniş bir ekibi açılayım diye Dolmabahçe'ye davet etti. Siz de varsınız, 45 milyon kişiye ulaşıyorsunuz, sizi kimse sallamıyor ama aslında önemli insanlarsınız gibi laflar edip, akabinde 2-3 kişinin konuşmasını dinleyip çekip gitmiş. Sonra hükümetten diğer kişilerle radyocular yemiş içmişler Dolmabahçe'de. Karınlar doyduktan kısa bir süre sonra, ben radyo dinliyorum o vakit, buluşmadan ayrılanlar da yayına bağlanıyorlar sıcağı sıcağına. Direk mürit olmuşlar ne kadar çaktırmamaya çalışsalarda. Mutlu olmuş adamlar. Bugüne kadar bizi kimse umursamamıştı, aslında biz çok önemli işler yapıyoruz, başbakan bizim kıymetimizi biliyor diyorlar. Ağızların kulaklara vardığı ses tonlarından belli. Sonraki gün Cem Arslan'ı dinliyorum aslında ben eskiden tanırım başbakanı, tabiki eleştireceğiz, eleştiri yapıcı olmalı tarzı laflar ediyor. Eskisi kadar acımasız değil. O bile yasılmış bir miktar. Yandaş yalaka olmadılar elbette ama pelte kıvamına da geldi çoğu. Malum toplantı da ne radyocuların dertleri dinlendi ne çözüm arandı ne para verildi ne de başka birşey. Ortaya somut hiçbir şey konmadı tahin, pekmez, reçel, yumurta, çay vb dışında. Bir kahvaltıya bir hürmete adam bağladı radyoları. İş bilmek diye buna derim işte ben. Bu taktiğin ekmeğini çok yedi Tayyip Erdoğan ve daha da yer. Kızamıyorsun da adama. Çünkü milletin ekserisinin beklentisi sadece devleti tarafından biraz insan yerine konmak biraz saygı görmek. O da bunu lehine kullanıyor.

İkinci bir hamleyle Çingenelere uzandı Başbakan'ın eli. Kısa süre önce Selendi'de nahoş olaylar yaşanmıştı. Selendi'de olanların ne ilk ne de son olduğunu hepimiz bal gibi biliyoruz. Bu tatsız durum sadece bizim memlekete de özgü değil. Dünyada Çingeneler kadar mağdur ve mazlum bir millet daha yoktur sanırım. Vatansızlar, devletsizler, hep ötekiler, yaşadıkları her yerde potansiyel suçlu muamelesi görüyorlar. Yüksek sesle haklarını savunan hükümetleri, lobileri, ilişkileri de yok. Hep Hitler'in toplama kamplarını duyarız, orada öldürülen Yahudilerin hikayelerini dinleriz, filmler izleriz, kitaplar okuruz. Toplama kamplarında sadece Yahudiler yoktu halbuki. Çingeneler, eşcinlseller, suçlular vb bir çok insan daha kamplara alınmıştı.Bunların arasında Yahudilerden sonra en fazla sayıda olanlar Çingenelerdi. Biliyormuyuz ki en az bir milyon Çingene Naziler tarafından katledildi. Kimse onların hakkını hukukunu savunmadı, tazminatını istemedi, hikayesini anlatmadı, filmini çekmedi, anıtını dikmedi, yasını tutmadı, yasasını çıkartmadı. II. Dünya Savaşı'ndan bahsederken adlarını bile anan yok. Şimdi Film ve Çingene kelimelerini birarada kullanırken Emir Kusturica'yı anmak lazım alakasız da olsa. Kendisi pek sempatiyle baktığım bir insan olmasa da sinemacılığının hakkını verelim. "Çingeneler Zamanı" ve "Ak Kedi Kara Kedi" şahane filmler eyvallah. Fakat demek istediğim II. Dünya Savaşı dönmi Çingenelerin durumunu anlatan herhangi bir film yok(Bildiğim kadarıyla tabi). Yoksa Kusturica'nınkiler dışında da Çingenelere dair çekilmiş iyi filmler var. Yurda dönersek ırkçılığın en hafif yaşandığı çoğrafyalardan birinde yaşıyoruz her ne kadar sık sık ırkçı tavırlardan şikayetçi olsak da. Şuradan başlayalım ki dikkat ettiyseniz "Roman" demiyorum ısrarla "Çingene" diyorum. Çingene demek hakaretmiş gibi kabul ediliyor son zamanlarda. O yüzden açılımın adını "Roman Açılımı" koydular ya. Aynı durumu zenci kelimesi içinde geçerli. Neymiş zenci, İngilizce'deki negro/nigger kelimesinin karşılığıymış da ırkçıymış o yüzden. Ne alakası var, ne denkliği var kardeşim? Bi gidin allahasen, gereksiz duyarlılığınıza tüküreyim. Sen Çingene kelimesini hep hırsızlıkla, suçla, korkuyla aynı cümlede kullanırsan sevimsiz olur tabi. Karadutum, çatalkaram, Çingene'm dediğinde nasıl güzel geliyor bak kulağa. Arıza kelimede değil algılarımızda ve pis algılarımızdan arınmaktansa "Çingene"yi bir kenara atıp "Roman'la yeni bir sayfa açalım istiyoruz . Sen birini aşağılamak için Çingene/Kürt/Türk/Ermeni/Zenci/Beyaz dersen arıza sendedir sözcüklerde değil. Neyse biz açılıma gelelim. Başbakan bir de kendi tabirleriyle Romanlara açılayım istedi. Gene büyük tantana koptu. Ama taktir ettim orada bugüne kadar yapılanlardan ötürü özür diledi. Bu devletin kutsal/kusursuz/tavizsiz/dediği ettiği tartışılmaz olduğunu kabul eden sağcı anlayışın bir miktar kırıldığına delaletir. Devletinde yamuk yapabileceğinin ve bunu kabul etmenin ayıp olmadığının yürütmenin başındaki kişi tarafından dillendirilmesi hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim. Bu özür dışında bu açılımdan da kaydadeğer bir sonuç çıkmadı. Türkiye'nin dörtbir yanından Çingeneler'in temsilcileri geldi ve başbakan onlara hitap etti ama doğru düzgün vaadde bile bulunmadı. Fakat o insanlar da oldukça etkilenmişlerdi ve mutluydular. Birisi çıkıp selam sabah etse mutlu oluyoruz, yetiyor. Halbuki bu Tayyip Erdoğan'ın belediyelerinin Kentsel Dönüşüm hamlelerinden en çok çeken Sulukule. Yeri yurdu kültürü yerle bir ediliyor Çingenelerin bizzat AK Partililer tarafından. Öte yandan Başbakan onlara masal anlatıyor. Olan her zaman aynı: Ambalaj. Güzel bir kahvaltı, domates, peynir, iki manşet, üç köşe yazısı, bir iki masrafsız jest işlem tamam. Kim gelirse gelsin sistem arkada işlemeye devam ediyor. Ne zaman birileri sistem için tehdit oluşturmaya başlarsa benzer hamlelerle onların gazları alınıyor, tepkileri söndürülüyor, asıl can sıkan sorunlar halının altına süpürülüyor.Bir nevi yalancı bahar pompalanıyor.

Bu pisliği halı altına süpürme taktiğinin değişik bir uygulamasına daha şahit olduk geçtiğimiz hafta. Acı kelimesinin anlamsız kaldığı bir haber hemen hemen bütün gazetelerde kendine yer buldu. Dersane taksidini ödeyemediler diye annesi hapse giren Fethiyeli gencecik bir çocuk canına kıymıştı. Kardeşlerinin borcu yüzünden almışlardı annesini içeri. Devlet baba taksiti ödeyip zaten o yarı ölmüş anneyi çıkarttı hapisten. Yaptı babalığını yani. Hükümetten hiç kimse, insanları intihara, borç batağına, ekonomik sıkıntılara sürükleyen, eğitimde fırsat eşitliği diye birşey bırakmayan bu düzenle ilgili bir çalışma yapılacak demedi. Kömür dağıtırken Baykal'a nerde senin solculuğun, sosyal demokratlığın diyorlar ya gevrek gevrek gülerek. Ben de AK Parti'ye soruyorum nerde sizin müslümanlığınız? Yavşakların bir yarısı sadece imam-hatip mezunlarını nasıl üniversiteye sokarız diye kafa patlatıyor diğer yarısı sadece buna nasıl engel oluruz diye kafa patlatıyor. Eğitime harcanan tüm mesai bundan ibaret. Dersanede şikayetini çekmiş zaten anneden. İşlem tamam, daha ne uğraşsınlar?

Devletin verdiği eğitimin yetersizliğinden dolayı değil sınavlarla alakasızkığından dolayı gidiyor çocuklar dershaneye. Sınavlarda, okulda gösterdiklerinden soru çıkmıyor, dersanedekilerden çıkıyor. Sen istediğin kadar okulda öğren öğret faydası yok. O yüzden borç harç dersaneye gitmek zorundasın. Yoksa kapasitenin çok çok altında puanlar alıyorsun. Dersane dediklerinin de kan emici olmuş çoğu. Hem öğrencilerin hem öğretmenlerin kanını emiyorlar, Kemal Sunal filmlerindeki "faşo aga" gibiler. Öğrencilerden 4-5 bin lira alıyorlar yıllık, KPSS de istedikleri sonucu alamamış öğretmenleri 500-600 lira aylıkla çalıştırıyorlar, kaç tanesini biliyorum, tanıyorum. İzmir'de İstanbul'da Ankara'da dört sene fizik/matematik öğretmenliği okumuş insanlar bunlar. Geçen KPSS Türkiye birincisi bir Fizik öğretmeniydi misal. ODTÜ mezunuydu sanırım. Fizik öğretmenliğine o dönem "0"(yazıyla: sıfır) atama yapıldığı için açıkta kaldı. Belki o da bir dersanede komik bira rakama çalışıyordur şimdi. Devlet bu pis çarka dokunmuyor. Sadece oğlu öldükten sonra borcunu ödeyip kadını hapisten kurtarıyor ve defter kapanıyor. Zaten bu pastanın rantın büyük sahibi nurcular değil mi? AK Parti'nin oy deposu. Yumurtlayan tavuk kesilir mi? O tekere hiç çomak sokulur mu? Zaten sokulsun diye oluşmuş bir kamuoyu da yok. Kimse o dersanenin adını vermiyor mesela. Yasal hakkım deyip elinde avucunda olmadığını bile bile fukara kadını kodese yollarken iyi. Dersaneyi ifşa etmeye gelince etik metik deyip adını saklıyorlar. Böyle etik mi olur anasını satayım. O anneyi cezaevine yollarken nerdeydi o etik? Tecavüze uğrayan oyuncunun bile habercilik ilkeleri gereği denerek adı verilirken dersanenin adını ağzına alan yok.

Yavaş yavaş bunlara da alışıp kanıksayacağız. Mesela yirmi yaşında gençlerin mayınlarla, pusularla öldürülmesi pek ilginç gelmiyor artık bize. Her zaman olan şey deyip geçiyoruz. Yolsuzluktan sorgulanan, yargılanan, hüküm giyen siyasetçi bürokratlara arka bile çıkıyoruz. Herkes yapıyor zaten, adam en azından iş yapıyor diyoruz uzunca bir süredir. O yüzden yakında bunlar da çoğalır bunlara da alışırız. Şimdi biraz taze ve yeni o yüzden ilgimizi celbediyor. Bu yazı burada bitmiştir canlar. İşi gücü bırakıp buraya kadar okuyanınız varsa bizzat tebrik edeceğim. Ben ölsem okumazdım inan bak...


|

Copyright © 2009 BoŞ MuHaBBeT ; Hiçbir hakkı saklı gizli değildir, ortalık malıdır