4

Oy verelim

Posted by Trevanian on 00:12
En son askere giderken yazmışım. Üzerinden 3 yılı aşkın süre geçmiş. Belki hala okuyan çıkar iki satır birşey yazayım. 

Yarın seçim var oy verelim. Birşeyleri değiştirmeyi geçtim üzerimizdeki mesuliyetten örürü oy verelim. 
29 yaşındayım, ilk defa oy kullanacağım. Daha önce başkaları yaptığında  1000 defa salladığım, eleştirdiğim şekilde, tepki oyu kullanacağım. 

İnandığım, umut beslediğim yakınlık duyduğum için değil, birisinin yanında durmak için değil birisinin karşısında durmak için oy kullanacağım.

Bu ayıp bana ait olduğu kadar bizi bu hale getirenlerin de ayıbıdır.   

Ben müslümanım. Kuran'ın açık hükmüdür, masum bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir. Hiçbir devlet, ideoloji, iktidar, strateji masum bir insanın canından daha değerli olamaz benim inancımda. Bunun AMA sı olmaz nokta. Hiçbir komplo, lobi, kumpas, oyun ıvır zıvır işlenmiş cinayetleri ve onların savunucularını haklı çıkaramaz. Suçluları koruyan suça ortaktır.

Sen ben suç işlersek devlet var, polis var, savcı var, yargıç var. Bugün suçu devlet, hükümet, polis, savcı, işliyor. Et kokarsa tuz var, Tuz kokarsa? Tuz fena halde kokuyor arkadaşlar.

Ve başımızdakiler dünya üzerindeki ahlaki bir normu olmayan tüm iktidarlar gibi kendini sağlama almak için iftiradan, cinayetten, baskıdan, tehditten, fişlemeden, yargısız infazdan zerre kadar çekinmiyor. Ve her iktidar sahibi gibi bunu devletin kutsal ! menfaatleri, bekası, ıvırı zıvırı için diyerek rasyonelleştiriyor. 

Ben cinayet işleyen değil önleyen bir devlet istiyorum. 

Ben suç işleyenler her kim olurlarsa olsunlar hesap sorulabilir olduğu bir ülke istiyorum.

Ben halkını sağduyuya davet eden yöneticiler istiyorum. Halkın sağduyuya davet ettiği yöneticiler değil. 

Nagehan, Selvi gibi  fikir fukaralarının kanaat önderi, gazeteci olduğu bir ülke istemiyorum. 

Herhangi bir hükümet devlet politikasına muhalefet ettiğimde vatan haini ilan edilmeyeceğim bir ülke istiyorum. 

Yargının, emniyetin, basının, yürütmenin, üniversitelerin, tv kanallarının tek elden yönetilmediği bir ülke istiyorum.

Kamu ihalelerini, kamu rantını iktidarın gönlüne göre değil kanunlara göre dağıtıldığı bir ülke istiyorum. 

Başımızdakiyle bunların gerçekleşmeyeceğini görmek için çok zeki olmaya gerek yok. Adım adım sivil bir diktaya gidiyoruz arkadaşlar. Bir kadro varki hukuktan muaf. Hesap vermez. Sıkıştıkça daha gaddarlaşıyorlar, daha faşistleşiyorlar. Kendilerini devletle özdeşleştirmişler ve devlet bekası! için işlemeyecekleri suç yok. Kötüsü bundan ahlaki olarak bir rahatsızlık duymuyorlar. 

Bu vebal hepimizin. Sandıkta bu adamları dizginlemezsek ileride sokaklarda can veren, gözünü, kolunu kaybeden çocukların günahına ortağız demektir. 

Sırf beyefendi ve mahdumlarını huzursuz etti diye yıllarını içeride geçirecek insanların günahına ortağız demektir. 

Sırf ROK gibi yalakalara yer açmak için işinden olan gazetecilerin vebaline ortağız demektir. 

Hayatımda ilk defa yarın gideceğim  ve oy vereceğim. Birileri kazansın diye değil, birileri kaybetsin diye. Biliyorum yanlış ama başka seçenek birakmadılar. Üşenmeyelim, gidelim oy verelim. 



|
7
Posted by Trevanian on 14:19
Önümüzdeki 6 ay TSK bünyesindeyim. Son zamanlarda zaten pek aktif olmayan blog da Mayıs'a kadar yaprak kımıldamaz. Haydin selametle

|
2

Güvercinleri Severim

Posted by Trevanian on 15:11
Kış gelmeden çatıyı aktartmak lazım dedi annem. Babam “Sami’yi arayayım hallediversin” diye cevapladı. ”Sami Amca kadayıf kıvamına gelmiştir, başka adam mı yok çatı aktaracak” diyemedim. İyi olur babacım, hem uzun zaman oldu bahaneyle görmüş oluruz dedim. Sami Amca babamın askerlik arkadaşıdır. Mesleği inşaat ustalığı. Bizim evin ustalık isteyen her işini yıllardır O halleder.

Ertesi gün Sami Amca geldi. Tek başınaydı. Emekli olalı yıllar olmuştu, artık yanında çalışan elemanı da yoktu. Gelirken tanıdığı birkaç kişiyi aramış ellerinde devam eden iş olduğundan gelememişler. Sami Amca çatıyı tek başına aktaracaktı. Başkasının evi olsa muhtemelen gitmezdi. Babamla hukukları eski olduğundan “ N’olacak iki günde ben hallederim onu, alt tarafı çatı “ dedi. O kiremitlerin tepesinde çalışırken ben canı sıkılmasın diye terastan yancılık yapıyordum. Yeri geliyor boş muhabbet açıyor, yeri geliyor çay, kola servisi yapıyordum.

Çatıya ilk çıktığında irkilmiştim, “aman sağlam basta ayağın kaymasın” diye akıl verdim. Neticede yaşlı adamdı. En ufak bir hatada kendini 4 kat aşağıda bulması içten bile değildi. “Korkma ben alışkınım” dedi, daha 3-4 sene önce 7 cmlik taban tahtasının üstünde gezer çalışırdım diye ekledi. Çatı aktarmanın alta yağmur mağmur geçmesin diye yapılan bir şey olduğunu seziyordum ama tam olarak nasıl yapıldığını bilmiyordum. Zaten ilk kez çatımız aktarılıyordu. Dikkatle ve merakla Sami Amca’yı gözlemlemeye başladım. Anladığım kadarıyla çatı aktarma işlemi şuydu: Önce kiremitlerin oluklarında biriken toz çöp süpürülüyor. Ardından dizili haldeki kiremitlerden 2-3 sıra komple toplanıp kaldırılıyor. Alttaki çürük çuha sökülüp yerine yenisi seriliyor ve kiremitler tekrar özenle diziliyor. Sami Amca gerçekten kedi gibi adamdı. En uçtaki kiremitleri toplarken bile kendi kale çizgisinde rakibe çalım atan Ergün Penbe soğuk kanlılığına sahipti. Bacaya doğru ilerleyince birbirine yakın 4-5 kırık kiremite denk geldi. “Hayret bunlar taa burada nasıl kırılmış, eskiden anten manten mi vardı?” dedi. Yok yok dedim. Yok derken bir yandan da çocukluğuma gitmiştim.

Sene 1994. Çok net biliyorum çünkü o yıl hatırladığım ilk Dünya Kupası vardı. Türk halkının Milli Takım’ın katılamadığı kupalarda hep Brezilya’yı desteklediği söylenir. Biz mahalle boyu İtalya taraftarıydık. O kadroyu bugün bile ezbere sayarım. Halbuki Brezilya’dan hatırladığım Bebeto, Dunga bir de Taffarel var. Gecenin bir vakti kalkar İtalya maçlarını izler gündüz çocuklarla muhabbetini yapardık. Üzerimizde anlamsız bir İtalyan hayranlığı vardı. Bir gün gene bir yandan 9 aylık oynayıp bir yandan maç muhabbeti yapıyoruz Önder elinde bembeyaz bir tavşanla çıktı geldi.Hayvanı kulaklarından tutuyordu yavşak. Niye canını yakıyorsun lan dedik. Siz anlamazsınız bunlar böyle tutulur dedi. Harbiden de hiç debelenmiyor, put gibi duruyordu hayvan. Akşam eve gidince bizimkilere ben tavşan istiyorum dedim. O zamanlar petşop olayları yoktu bizim orada. Kuş ve balık satan aynı zamanda da düğün sünnet arabası süsleyen bazı dükkanlar vardı hepsi o. Önce olmaz dedi bizimkiler. Direndim, ısrar ettim, kafa ütüledim, sofraya oturmadım, etmediğim eziyet kalmadı. Sonunda babam birgün elinde bir tavşanla çıktı geldi. Çok sevinmiştim. Hemen kulaklarından tutup aldım kucağıma hayvanı. Oğlum hastamısın işkence etmek için mi aldırdın tavşanı dedi. Bu böyle tutulur baba dedim. Ne demek böyle tutulur, insan gibi tut adamı yaptığı işten pişman etme dedi. Hemen tutuşuma çeki düzen verdim. Ben planı yapmıştım. O zamanlar bizim ev sobalıydı ve arka bahçenin yarısını kaplayan bir kömürlük vardı. Tavşanı orada besleyecektim.

Maruldur havuçtur ne varsa yığdım önüne. İlerleyen günlerde bizim elemanları topladım artistlik yapmak için kömürlüğün önüne getirdim. Gözünüz tavşan görsün ezikler dercesine kapıyı açtım.İçerde yoktu. Aradık taradık, ön bahçede annemin maydonozlarını kemirirken bulduk. Yaklamaya çalışırken birden gözden kayboldu. Sonra kömürlükten çıktı. Kendine tünel kazmış prison break yapmıştı adi. Annem Doğu Perinçek’i imrendirecek bir teoriyle tavşanı evin temelini kazmakla itham etti. Ev her an çökebilirdi. Akabinde babam geri götürdü aldığı yere.

Tavşan vakasının üzerinden epeyce bir zaman geçti ve ben köpeklere merak sardım. Kurt köpeğidir çoban köpeğidir tırsıyordum. Av köpekleri çok makul geliyordu. Şükrü Abi’nin Cin adında bir av köpeiği vardı, gayet uysal duruyordu. Bizim okulun oralarda kim hangi isimle çağırsa peşinden giden, tasmasız (yani sahipsiz) derisi kemiğine yapışmış bir it vardı. Tuttum “Geah mah çuku çuku” diye diye eve kadar getirdim ve bizim bahçeye bağladım. Köpeği sahiplenmiştim. O’na bir isim vermeyi düşündüm. Gerekirse kulağına ezan bile okurdum. Hele bir yarın olsundu. Babamın iddiasına göre köpek sabaha kadar havlamıştı. Konu komşu şikayete gelir,mahalle arasında köpek beslenmez dedi. Ertesi gün salıverdik hayvanı. Bir girişimden daha sonuç alamamıştım.

Takip eden yıllarda bizim muhitte bir muhabbet kuşu furyası başladı. Konuşan kuşlarıyla hava atan tanıdıklarımız oldu. Biz de bu akıma daha fazla seyirci kalamazdık. Sarı bir kafesin içinde mavi bir muhabbet kuşumuz vardı artık. Sıra isim vermeye gelmişti. Dönemin efsane dizisi Bizimkiler’in kapıcısı Cafer ve papağan Maşuk vardı. Ben çok severdim onları. Cafer Maşuk’tan daha samimi bir karakterdi. Cafer ismini önerdim. “Evladım Cafer diye muhabbet kuşu mu olur ? Kuş dediğin maviş olur boncuk olur bilemedin geveze olur daha cinsiyetini bile bilmiyoruz hayvanın Cafer de neymiş?!” dediler. Ben anlamam Cafer olacak dedim. Cafer oldu. Cafer süper kuştu. Bize ve eve kısa sürede alıştı.

Omzumuzdan başımızdan inmiyordu. Beraber kahvaltı masasına oturur olduk. Bir zaman sonra camı çerçeveyi çekinmeden açık bırakmaya başladık. Kaçmıyordu. Tüm ailenin sevgisini kazanmıştı. Bu atmosferden faydalanarak bir de kanarya almayı teklif ettim. Cafer iyi kuştu hoş kuştu ama muhabbeti çekilmiyordu. Cak cuk ötüyordu. Ses kalitesi bir Demet Akalın’ın, bir Hülya Avşar’ın bile gerisindeydi. Kanaryalar güzel öterdi. Babamı ikna etmek hiç de güç olmadı. Ablam nişanlıyken emrivaki yapıp akşam oturmasına gelen dünürleri annemle evde baş başa bırakıp Fener’in maçını izlemeye giden bir adamdı babam. Kendini “insan bir sorar akşam müsait misiniz değil misiniz diye” diyerek savunuyordu. Annem o gün ne kadar utandığını hala ara ara anlatır. Neticede artık sarı bir de kanaryamız olmuştu. Kuşgiller açık bir şekilde aileden kabul görüyordu.

Abim bir gün hin hin yanıma gelip “süper bir fikrim var “ dedi. Güvercin besleyecekmişiz. Anında gaza gelip olur dedim. Önce kafes lazımdı. Satın da alabilirdik ama biz kendimiz yapmalıydık. Dönemin Lost’u, Spartacus’ü, MadMan’i olan dizi şimdilerde sinema filmi gösterimde olan A Takımı idi. Albay Simit liderliğinde bu ibneler bir garaja kapanır,plan yapar, külüstür bir arabayı, vleda sopasını, tenekeyi, kutuyu keser, biçer, döker, kaynatır Tank yaparlardı. Çok özenirdik lavuklara, çok etkilenirdik. Hatta abimin lakabı Mördak olan arkadaşı bile vardı. Şimdi eşşek kadar oldu hala Mördak deyince döner bakar. Bizde onlar gibi olmalı kendi kafesimizi kendimiz yapmalıydık. Cin Ali’yi bile 3-4 denemede düzgün çizemeyen biz, oturduk abimin kareli harita metod defterlerinde kafes tasarımı yapmaya başladık. Cizimler birkaç günümüzü aldı. Sonunda arzuladığımız tasarımı yapmıştık. Sıra malzeme taderik etmeye gelmişti. Bisikletlere atlayıp bir kereste fabrikasının yolunu tutuk. “Abiler böyle işinize yaramayan sunta, çıta, kontraplak neyim var mı ?” dedik. Sağolsunlar kıyıda köşede kalanlardan istediğimizi almamıza izin verdiler. Dönüşte nalburdan bir miktar tel örgü ve çivi aldık. Alet edevat evde vardı. Şahane tasarımımızı hayata geçirmeye koyulduk. Ölçtük, biçtik, kestik,çaktık. Ben çekici parmağımın kenarına vurdum. Kapkara kan topladı, ben gibi oldu. Bozuntuya vermeden çalışmaya devam ettim. Sonunda kafesi bitirmiştik. Yemliği, suluğu, folluğu geçtim içinde kalem pille çalışan lambası bile vardı. Güvercinlerin konforu için her ayrıntıyı düşünmüştük. Kafesi terasa koyduk. Zaten balkon dardı. Ertesi gün abim elinde kenarları hava alsın diye tükenmez kalemle delinmiş bir kutuyla çıktı geldi. İçinde bir çift güvercin vardı. Uzun süre kafesten çıkmalarına izin vermedik. Alışmaları lazımdı.Yoksa eski evlerine geri dönerlerdi. Zamanla çevreyi tanısınlar diye terasın zeminine yem atıp kanatlarını izolabantla bantladıktan sonra kafesin kapısını açtık. Uçamadıklarını anlayınca yemlenmeye koyuluyorlardı. Sonra elimizle yakalayıp tekrar kafese sokuyorduk. Bu böyle kısa bir süre devam etti. Artık vaktin geldiğine kanaat getirdik. Kuşları kanatlarını bantlamadan tuttuğum gibi evden 15-20 dakika uzağa götürdüm. Serbest bırakacaktım. Acaba bizim eve mi gideceklerdi. O zamanlar iki yanımızdaki arsalar boştu şimdiki gibi 5-6 katlı binalar yoktu. İsterlerse zorlanmadan evi bulurlar diye düşünüyordum. Abim evdeydi. Kuşlar ürkmesin diye içerde bekliyordu. Saldım bunları ve gözden kayboldular.Koşa koşa eve geldim. Geldiler geldiler dedi Abim sevinçle. “Oğlum kuşu serbest bırakacaksın, dönerse senindir dönmezse zaten hiç senin olmamıştır “ diyemedim. O vakitler şimdiki gibi piyasa bir laf değildi bu, hele kuşcu camiasında hiç kullanılmamıştı. Abimin gözünde filozofik bir karizma yapabilirdim. Yapamadım.

Çok sevinçliydik, onlar artık bizim evin güvercinleriydi. Gel zaman git zaman biz güvercin beslemeyi benimsedik. Kafesimiz müsaitti yeni kuşlar aldık. Güvercin deyip geçmeyin onlarda çeşit çeşit cins cins. Bizimkilerin hepsi paçalı ve taklacıydı. Zaten taklacı olmayanlar kumru muamelesi görür kimse alıp beslemezdi bile. Yoz güvercin derdik biz onlara. Gün oldu yumurtlamaya başladılar sonra yavruladıklar. Abim, palazlanana kadar çok emek verdi o yavrulara . Sularnı şırıngayla ağızlarına zerk etti. Gagalarını bir eliyle açıp öbür eliyle yemlerini yedirdi. Şimdi çoluk çocuk sahibi ben daha yeğenimi öyle özene bezene beslediğini görmedim. Belki benim olmadığım zamanlarda yapmıştır ama ben görmedim.

Zamanla yavrular büyüdü. Bizimkiler başka güvercinleri çekti. Kuş sayımız artmış oldu. Çikolatası, çillisi, sütbeyazı çeşit çeşit renk renk kuşlarımız vardı. Onlar için yeni tasarımlar yeni kafesler yaptık. Güvercin besleyen başka insanları tanıyor, güvercinler hakkında etraflıca malumat sahibi oluyorduk. Misal bize anlatılan em büyük tehlike As denen hayvandı. Gelincikle aynı hayvan sanırım bunlar. İkisini de hiç görmedim. Ama bize anlatıldığına göre gece kafese girip kuşları boğup giderlermiş. Fare gibi küçücük deliklerden bile sızarlarmış. Ayrıca kinci bir hayvanmış birini öldürürsen eşi intikam almaya gelirmiş. Bunlar ne kadar doğrudur bilmiyorum ama o zaman anlatılanlara inandık. Nasıl koruyacağız kuşları dedik? Lastik yakacasınız. Kokusunu aldılarmı o muhite bir daha uğramazlar dediler. Bizim bisiklerden çıkma üstü yama dolu iç lastiker vardı. Tuttuk yaktık bunları bahçede. Leş gibi dumanı her yana dağıldı. Kimseye de neden yaktığımızı söylemedik. Bilmiyorum alakası var mı o hayvanı hiç görmedim hiçbir güvercinimizi de gece boğan filan olmadı.

Jargonu da öğreniyorduk. Bazı güvercinler başka kuşların peşine takılıp kendi yuvaları yerine onların yuvalarına giderler. ”Kuş çekmek” diye buna deniyor. Camiada dillendirilmeyen bir mutakabat vardı bu husuta. Kimse kimseye gidip bizim kuş sizdeymiş verin ulan demez. Çekilen güvercini ister kafesler kendi evine alıştırırsın, istersen ertesi gün diğer kuşlarla birlikte salarsın o da büyük ihtimal gerçek yuvasına geri döner.İnsiyatif çekendedir. Biz kurnazlık yapıp çektiğimiz kuşlardan tipini beğendiğimiz bazılarını salmıyor zimmetimize geçiriyorduk. Neyse, kısacası türlü sebepten bizim kuşlar çoğalmıştı. Yemleri suları için babamdan para istemeyelim diye zaman zaman bir ikisini satıyorduk.Bizim kuşlar marifetliydi. Kimisi biraz yükselip ard arda 3-4 takla saydırıp inişe geçiyor, kimisi biraz uçup ardına takla biraz daha uçuş ardına bir takla daha atıyordu. Tarz sahibiydiyler resmen. Sattığımız kuşları alanlar son bir kez yanımızda taklaları görüp emin olmak istiyordu. Bu sebeple kuşlar kafeste veya terastaysa ellerimle kış kış yapıp üzerlerine yürüyerek onları uçuşa geçiriyordum. Bizim şerefsizlerin bazıları gül gibi teras dururken gidip çatının ortasındaki bacanın tepesinde takılıyordu. Kışt pişt şeklindeki ürkütücü sesler çıkarmama rağmen istiflerini hiç bozmuyordu adiler. Onların uçmaları takla atıp yüzümü ak çıkarmaları lazımdı. Başka çare bulamadığım için elime uzunca bir sopa alıp çatının tepesine çıkıyor kiremitlerin üstünde ilerleyerek onlara yaklaşıp sopayla ürkütüyordum. Zamanla zırt pırt kiremitlerin tepesinde kuş kovalarken bulur oldum kendimi. Ama sağlam basıyordum. Minimum hamlede işimi görmek için kah diz çöküyor kah kıçımın üstüne oturuyordum. İşte Sami Amca’nın bulduğu kiremitleri o zamanlar ben kırmıştım. Çok net hatırlıyordum.

Komşular görüp bizimkilere ispiyonlamışlardı beni. Sizin küçük oğlan turada geziyor, ayağı kaysa geberip gidecek demişlerdi. O tura gezmeleri bizim güvercin besleme maceramızın sonu oldu. Aslında bu I. Dünya Savaşı’nın Avusturya prensinin öldürülmesi yüzünden çıkması gibi bir şeydi. Asıl sıkıntı daha çetrefilliydi ve benim hüsranla biten her hayvan besleme girişimim gibi arkasında Annem vardı.

Güvercinler yokken biz çatı kattaki küçük ocakbaşında mangal yapar, patlıcan biber közler ve bazı akşamlar yemekleri terasta yerdik. Diğer vakitler annem orayı gönlünce kullanırdı. Kuşlar geldiğinden beri terasın kontrolü abimle benim elime geçmişti. İstediğimiz yere kafes ve suluk yerleştiriyor, yerlere yemler saçıyorduk. Arasıra bizimkilerin tanımadığı kuşcu arkadaşları ağırlıyor, kuş muhabbeti yapıyorduk. Terasta resmen krallığımızı ilan etmiştik. Annemin o gönlünce tarhana, salça yapıp serdiği, kuru biber astığı yeri geldiğinde çamaşır bile kuruttuğu o şâşâlı teras günleri mazide tatlı bir anı olarak kalmıştı. Sıkıntı Annemin o lâle devrine olan özleminden kaynaklanıyordu. Ben anlamıyordum sanki. Fakat O inatla kuşların terası kirlettiklerinden ve geceleri “guruk guruk” diye sesler çıkartarak rahatsızlık verdiklerinden dem vuruyordu.

Turada gezerken komşulara yakalanarak Anneme müthiş bir koz vermiştim. Olay bir güvenlik sorunu haline gelmişti ve gerekirse beni bana rağmen koruyacaklardı. Güvercin faslı böylece sona erdi. Çok da itiraz etmedim. Zaten abim askerdeydi ve o yazın sonunda ben yatılı okula gidecektim. Haliyle bu sonun kaçınılmaz olduğunu biliyordum.

Sami Amca tek başına harıl harıl çalışıyor, ben boş boş duruyordum. O yaşta yolda yürür gibi çatıda gezmesini kıskandığımdan olacak “Dur ben sana biraz yardım edeyim” diyerek “Hop! Dur ! Gerek yok! ” demesine fırsat vermeden kendimi terasın köşesinden çatıya attım ve yukarıya doğru 1-2 metre ilerledim. Güvercin kovaladığım günlerde edindiğim tecrübeyi konuşturup Sami Amca’ya “Biz de boş adam değiliz” mesajı vermeyi planlıyordum.

Yahu arkadaş elin adamı büyüdükçe cengaverleşir, atikleşir, cesurlaşır... Ben yaş aldıkça tırsaklaşmıştım. 15 yaşında turada keklik gibi seken çocuk gitmiş yerine yüksekten tırsan 25 yaşında bir herif gelmişti. Çatıya atlarken bunu unutmuştum. Yüksek irtifada kendimi güvende hissetmezsem canım ayaklarımdan aşağıya çekiliyor, diz kapaklarım çözülüyordu. Gene öyle oldu. Ben elime süpürgeyi alıp sıradaki kiremitleri süpürmeyi planlıyordum. Fakat kulaklarından tutulmuş tavşan gibi donup kalmıştım. Bulunduğum yere kıç üstü oturdum. Statik sürtünmeye güveniyordum. Kaymaya başlarsam dinamik sürtünmenin beni kurtarmayacağını biliyordum. Tutunacak bir yer de yoktu. Bu yükseklikten düşsem yere çakılmadan limit hıza ulaşırmıyım acaba diye meraka kapıldım. Kafadan kabaca bir hesaba giriştim. Bir katı 4 metre, yer çekim ivmesini 9, 81 , havanın dinamik viskozitesini , sürtünme yüzey alanını gönlümce aldım. Tam sonuca yaklaşmışken Sami Amca “ Oğlum sen in istersen, düşer şaşarsın mazallah” dedi. Normalde inmem de senin güzel hatrın için iniyorum der gibi bir edayla kendimi terasa attım. “Sana zahmet bana yarım kilo tel yarım kilo da 5 lik çivi alıversene bunlar yetmeyecek gibi” dedi. Hemen alıp geliyorum dedim. O eski nalburun yolunu tuttum. Tavşanı kulaklarından taşıyan Önder adisinin ofisinin önünden geçtim. Elektrik mühendisi olmuştu. “Ne ara geldin haberimiz yok, gir bi çay kahve içelim iki lafın belini kırarız” dedi. Sağol işim var sonra uğrarım dedim. Nalbur hala eski yerindeydi ama içinde gençten bir eleman vardı. Nevaleyi aldım. Dönüşte şöyle bir sağa, sola, gökyüzüne baktım. Eskisi gibi güvercinler fink atmıyordu. Zaten güvercin besleyen insan pek kalmamıştı. Haliyle meydanlar, binalar artık daha temizdi. Her çağıranın peşine takılan sümsük sokak köpekleri nin de sayısı yok denecek kadar azdı. Zabıtalar gelen şikayetler üzerine şehri sahipsiz köpeklerden kah kısırlaştırarak kah silahla uyutarak temizliyordu. Muhabbet kuşları da kılı tüyü gece çocukların içine kaçtığından sağlıksızdı ve eski popülaritesini kaybetmişti. Kırlangıçlar camilere yuva yapmaktan uzun zaman önce vazgeçmişti. Kendi kendime çok çağdaşlaştık çok medenileştik anasını satayım dedim.

Artık şehrin caddelerinde eskisi gibi delilere bile denk gelmiyorduk. Hepsini yakalayıp bir yerlere kapatmışlar, sokakları temiz ve güvenli hale getirmişlerdi. Deli Kamuran, İsmail, Yüzbaşı gibileri varlıklarıyla bizi rahatsız edemiyorlardı artık. Harbiden çok ilerledik diye kendi kendimi onayladım. Sonra Sadık Battal’ın “Deliler Allah’ın ajanlarıdır” lafı aklıma geldi. İran’a gitsin kodumun örümcek kafalısı dedim. Sinirim geçmedi galiz bir küfür daha savurdum. Deliler de sahipsiz hayvanlar gibi hayatımızdan çıkmalıydılar. Temizlik için güvenlik için modernlik için bu şarttı. Koskoca Barselona’da bile her yıl yüzlerce yoz güvercin bizzat belediye tarafından öldürülüyordu. Yüzümüzü Batı’ya dönmek lazımdı. O yüzden paketlenip götürülmeden kısa süre önce Deli Kamuran’ı markete iki de bir girip çıkıp müşteriyi tedirgin ediyor diye tekme tokat döven, “Bir daha gircen mi lan ha” diye tehditler küfürler savuran yavşağa pek şaşırmamıştım. Kamuran müşteriyi ürkütüp ciroyu düşürebilirdi. Eleman haklıydı. Halbuki eskiden bakkallar ve diğer esnaf delileri besler, yeri gelir üstlerine başlarına ayakkabı kıyafet ayarlarlardı. Yemişim bakkalı da çakkalı da onların adetlerini de dedim. Koca Başbakan bile bakkal devri kapandı devir süpermarket devri diyor o bilmeyecek de kim bilecek dedim. Demek ki devir deliyi dövme paketleyip kapatma devri dedim. Eve doğru yürümeye devam ettim. En çağdaş, en demokrat, en modern şehrimizde birkaç puştun bir sokak kedisini zevk için(!) öldürüşü aklıma geldi. Şaşırmamıştım bu habere. En iyisi iki puştun yaptığını bütün şehre mâl edeyim dedim. Koca Barselona’da bile güvercinlerin gözünün yaşına bakmıyorlar İzmir de bir kedi öldürmüşler çok mu dedim. Elimdeki çivi ve tel dolu siyah naylon poşeti sallaya sallaya eve vardım. Sami Amca çatının köşesine oturmuş, ayaklarını olukların üstünden aşağıya sallamış sigara içiyordu. Beni görünce şöyle bir eğilip “Geldin mi?” diye anlamsız bir soru sordu. Düşecek diye aklım gitti. “Geldim geldim” diye yukarı bağırdım.

|
0

2030'da Çin'in planı belli peki ya bizim?

Posted by Trevanian on 10:56 in
Amerika bugün seçime gidiyor. Sağda solda söylenenlere göre % 55' e 45 civarı bir McCain zaferi bekleniyor. Seçime 24 saatten az bir süre kala Cumhuriyetçiler, sığlığı ve provokatifliğiyle Kurtlar Vadisi fragmanlarını aratmayan Obama karşıtı bir vidyo servis etmişler. Öcü ülke Çin üzerinden yapılan bu son dakika hamlesi ne kadar etkili olacak bakalım.


|
0

Portakalın Ardından

Posted by Trevanian on 17:56

Kezman'ı milli takım maçında çetnik işareti yaparken gösteren fotoğraflar büyük tartışma yaratmıştı. Pek çok Galatasaraylı da anında Bosna'ya aşırı duyarlı olup Kezman'ın Türkiye'den gönderilmesi için kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Zaten Fenerbahçe'nin daha önce Arkan'la ilişkilendirdikleri Lazetiç ve Mirkoviç'i aldığını hatırlattılar. Fenerbahçe yönetimi de Kezman'a politik açıklamalar yaptırarak gerginliği almaya çalıştı. Akabinde Galatasaraylı İliç'in de benzer fotoğrafları olduğu ortaya çıktı. Vay efendim Kezman'a şöyle dediniz İliç'e niye demiyorsunuz, buna şöyle dedin şuna demedin ıvır zıvır... Olan sadece Fenerbahçe ile Galatasaray'ın sidik yarışıydı.


Bugün bir başka sidik yarışı Kusturica üzerinden yapılıyor. Çok net söyleyeyim ben Kusturica'nın politik duruşundan hoşlanmıyorum. Ve bu fikrimin dinini/adını değiştirmesiyle alakası yok. Çünkü bunlar bireysel tercihidir saygı duymak gerekir. Türklerle Boşnakların ilişkisi hakkında ettiği sözlede alakası yok. O da yaygın bir iddiadır, tarihi gerçekliği konuya hakim insanlar tarafından araştırılır, tartışılır vs... Tek söyleyebileceğim bu yaptıklarının benim için şaşırtıcı olmadığıdır.


Benim Kusturica'dan hoşlanmama nedenim Bosna'da yapılan katliam sırasında ve Dayton sonrasındaki tutumudur. Bu çiçekli böcekli demeçlerle "Benim dedem müftüydü" kıvamındaki açıklamalarla gölgelenmeyecek kadar net bir tutumdur. Türkiye'de bazı sol gurupların da ısrarla savunduğu bu tutum kendisini Birleşik Yugoslavya anlayışına dayandırıyor. Yugoslavya'ın parçalanması Batı projesidir. Buna direnen Miloşeviç ve taraftarları emperyalizmle mücadele eden, kahramanlardır. Haliyle Batı'ya alet olan diğer unsurlar devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü sekteye uğratan hainlerdir. Bunlara ne yapsan müstehak diyecekler de onu içlerinden diyorlar.


Yugoslavya'nın parçalanmasında Batı'nın rolünü inkar etmiyorum. Adım adım hayata geçirilmiş stratejik bir hamle olarak da kabul edin eyvallah. En iyimser varsayımla bile Miloşeviç'i aklayamazsınız. Bosna'da etnik ve dini kökene dayalı bir imha girişiminde bulunuldu. Bunun amacı net ve planlı bir girişim olduğu Karadziç'in savaş öncesi yaptığı konuşmalardan rahatça anlaşılabilir. Saldırının Boşnakları ve İslamı o coğrafyadan silmek için yapıldığı sayısız delillerle açıklanabileceği halde hala tartışılabilirdir. Tartışılamaz olan orada bir katliamın vuku bulduğudur. Tarihte mağduru ve sorumlusu bu kadar net olan bir olaya çok sık rastlanmaz. Bosna'daki katliama bir "Karşılıklılık" atfeden cahil de değil art niyetlidir. Karşılıklığı altı dolu bir şekilde dillendiremediklerinden ya siz anlamazsınız koncüktür var, emperyalizmin var vs diyerek bu barbarlığı normalleştirmeye kalktılar ya da katliamı sadece Mladiç, Karadziç, Arkan ile ilişkilendirdiler. Sanki Mloşeviç o sırada Nijerya devlet başkanıydı. Çetniklere her türlü askeri mühimmatı yağdıran Senegal ordusuydu. Mloşeviç Bosnalı Sırplar'ın paramiliter unsurlarıyla doğrudan ilişkilidir ve yapılan katliamın birinci dereceden sorumlusudur. Bahsedilen katliam kontrolden çıkmış bir cinnet hali değil en başından beri Büyük Yugoslavya değil Büyük Sırbistan ideolojine dayanan şövenist ve islam karşıtı bir planın ürünüdür.


İşte Kusturica bu silme girişimine ve temsilcilerine "Birleşik Yugoslavya" penceresine dayanarak açık şekilde karşı çıkmamış aksine ideolojik bazda temsilcisi olmuştur. Bosna katliamının en başından itibaren dolaylı yoldan Boşnakları suçlar/sorumlu tutar açıklamalar yapmıştır. Olaya karşılıklılık atfetmiştir. Bosna katliamı sırasında Osmanlıyı, Türkleri, İslamı çağrıştıran ne kadar değer varsa imha edildi. Zaten Srebrenitza öncesi Mladiç tarafından bu vaad edilmişti. Savaş sonrası Kusturica yıkılan Camilerin tam üzerine inşa edilen Kiliselerin açılışına katıldı. Çeknik işareti yaparken çekilen fotoğrafı işaretin dini bir simge olduğunu söyleyerek savundu. Çocuk değilseniz bilirsiniz ki Çetnik işareti en fazla Gamalı haç kadar dini bir sembol olabilir. İşte ben bu yüzden Kusturica'dan hoşlanmıyorum.


Şimdi söyleyeceklerimi de Kusturica hakkında bu kadar olumsuz düşünen birisi olarak söylüyorum. Şu anki sidik yarışının özü Kezman- İliç tantanasından bir gram ileride değil. Zaten protestolar hiçbir ayrım gözetilmeksizin katledilen/tecavüze uğrayan/kültürü yağmalanan mağdur Boşnak halkını gözetmiyor. Neymiş Türkler hakkında kötü! konuşmuşmuş. O Coğrafyanın insanları Osmanlı'ya bizim gözümüzle bakmıyorlar. İvo Andriç'in kara propaganda için değil bence gayet samimi ve inanarak yazılmış olan meşhur romanı Drina Köprüsü 'nde bunu açık şekilde farkedersiniz. Haliyle tarihi gerçeklik payı tartışılır bu sözlere celallenmek anlamsızdır. Tarihimize bu kadar çok değer veriyorsanız kimsenin itiraz edemeyeceği bilimsel ve detaylı bir şekilde gerçeğin öyle olmadığını ortaya koyan bir çalışma yaparsınız. Onun üzerine kim ne dese çok ciddiye alınmaz. Bir siyasi O'nu Sırp hayranı olmakla ihtam etti. Adam kafada Sırp olmayı nasıl bir yere oturtmuş siz düşünün.


Semih Kaplanoğlu hakkında izlediğim iki film dışında hiçbir malumat sahibi değilim. Yolda yanımdan geçse tanımam. Ve iyimser bir yaklaşımla O'nun protestosunun tamenen vicdani olduğuna inanmak istiyorum. O'nun dışında medyadaki çoğu tepkinin ve Kültür Bakan'ı dahil tüm resmi protestoların AKP ile CHP'nin sidik yarışından ibaret olduğunu düşünüyorum. Birisi siz nasıl Kusturica'yı getirirsiniz diyor öbürü Bursa'da getirdi niye tantana yapmadınız diyerek cevaplıyor. AKP tıpkı Kezman olayındaki Galatasaraylılar gibi Bosna'yı Katliam'ı çok önemsiyormuş gibi yapıyor. Bu olay üzerinden zaten İslami duyarlılığı olan kesimin gözünde sicili temiz olmayan CHP ye Antalya Belediye Başkan'ı üzerinden bir darbe daha vurmak için çirkin bir duyarlılık taklidi yapıyor. Bosna üzerinden siyasi bir linç girişimi var. Bursa'da olanlardan haberimiz yoktu diyorsunuz. Şimdi var. Hangi AKP yetkilisi hesap sormaya kalktı Bursa Belediye Başkanı'ndan ? Hani çok hassasınız ya bu konuda ? Niye resmi bir özür gelmedi ? Bursa ve Antalya Belediye Başkanlar'ı biz sanatına bakarız siyasi duruşu bizi ilgilendirmez demişler. Bu bir ilke olsa saygı duyarım fakat "Ben Kezman'ın futboluna bakarım geirisi beni ilgilendirmez" diyen Fenerliden daha kurnaz değilsiniz. İleride O İslama hakaret eden karikatürist gelse ya da Atatürk'ü aşağılayan bir yönetmen gelse aynı duruşu sergileyebilecek misiniz? O zaman da sadece sanata bakarız der misiniz?


Bende resmi bir organizasyonda böyle duruşa sahip bir yönetmeni görmek istemem. Bir vatandaş olarak bu benim en doğal hakkımdır. Görmek isteyen de ister. O da O'nun en doğal hakkıdır. Neticede Kusturica bu katliama katılmış, eylemsel bazda desteklemiş değildir. O'na karşı kızgınlığın sebebi net bir şekilde bu kıyımla mücadele etmesi beklenirken katliamcıların net bir şekilde propagandasını yapmasa da Onlar'a yakınlık göstermesidir. Partisi anlı şanlı katilleri kırmızı halılarla karşılarken Ertuğrul Günay'ın Don Kişot'luk yapması komik kaçıyor. El-Beşir'i , Bush'u Türkiye'de ağırlamadınız mı? Obama'ya ironik şekilde kurbanlar kesmediniz mi? Bu adamlar yakın tarihte meydana gelmiş en büyük katliamların birinci dereceden sorumluluarı değiller mi? Gücünüz ancak Kusturica'ya yetiyor değil mi? O'na sesiniz gğr çıkıyor. Tıpkı darbe dönemi dönemi Evren'e yalaklanıp adam kadayıfa dönünce cengaver kesilerek hesaplaşma mavalları okuduğunuz gibi.


Bosna'daki sıkıntılar anlık bir olay değil. Hala büyük zorluklarla boğuşuyor oradaki insanlar. Çok umurunuzda ya hadi bir ucundan tutun. En temel barınma, beslenme ve sağlık sorunlarının giderilmesi için birşeyler yapın. Sizi engelleyen kim ? Milyar dolarlık krediler alıyor sayısız rant/ihale dağıtıyorsunuz. Edindiğiniz servetin minik bir kısmını aktarın oralara. Yok işinize gelmez değil mi? Ramazanda çadır, Kurban'da kavurma yeter.

|
0

Karışmadan Birleşmek, Zıtlaşmadan Ayrışmak

Posted by Trevanian on 12:40
Tarih tekerrürden ibaret değildir elbet fakat zaman zaman tekerrürlere sahne olduğu da açıktır. Sunucu zevzekliği üzerine bina edilmiş bir programda Güner Ümit’in Kızılbaşlar üzerine yaptığı bir boşboğazlık kariyerinin sonu olmuştu. Bu sefer tekrar Star Tv’de , zevzeklikte Güner Ümit’i mumla aratan Mehmet Ali Erbil benzer bir münasebetsizliğe imza attı. Daha önce canlı yayında herifin birinin donunu indirmesi gibi kontrolsüzlüklerine alışık olduğumuz bu bu vatandaş gene sınırı aşmıştı. Güner Ümit gibi O’nun da programı yayından kaldırıldı. Kendisinin “Vay efendim benim alevi arkadaşlarım da var ” tadındaki savunması ve özrü programını kurtarmaya yetmedi.

Einstein’a ait olduğu iddia edilen “Bir önyargıyı yıkmak atomu parçalamaktan daha zor” diye bir söz var. “ Beni bir karım anladı O da yanlış anladı ” gibi arabesk bir söz de O’na isnat edildiğinden doğruluğuna şüpheyle yaklaşıyorum. (İkincisi gerçekten Einstein’a aitse Einstein’ın arabesk yavşaklığından utanırım) Kiminse kimin güzel laf etmiş söyleyen. Yerleşmiş yargıları yıkmak uzun vakit ve yoğun emek istiyor. Malum hala memleketin ciddi bir kısmı Almanlar yenildi diye bizim de yenik sayıldığımıza inanıyor. Hiç Almanlar biz yenildik diye kendilerini yenik sayıyorlar mı? Geçen gün nasıl sevindi terbiyesizler. Neyse önyargı diyorduk. TDK sözlüklerinde bile kendine yer bulan (Onca itiraza rağmen “Yanlış bir inanış”olarak nitelendirilsede sözlükten çıkartılmayan) bir şehir efsanesini tedavülden kaldırmak için çok uğraş verdi Alevi organizasyonları. Siz aslı astarı olmayan bir önyargıyı yıkmak için yıllarca iğneyle kuyu kazın zevzeğin biri çıksın sizin kuyuya kürekle kum atsın. Kim olsa celallenir, tepki koyar.


Bu vesileyle Aleviler’in problemleri bir kez daha yüksek sesle dile getirildi. Şüphesiz basit ama kemikleşmiş problemlerimizi çözmekten, onları çözecek siyaseti ve kurumları oluşturmaktan aciz bir milletiz. Çünkü Aleviler’in en çok şikayetçi olduğu problemler atla deve değil. Kabaca zorunlu din derslerinin kaldırılması ve Cemevleri’nin ibadethane olarak kabul edilmesi. Çözümü basit, iki üç düzenlemeye bakıyor.


Uzun yıllar Türkiye’de inançlı insanlar üzerinde “Dindarlara lafımız yok dincilerle mücadele ediyoruz” tarzı altı boş sloganlara dayanılarak terör estirildi. Özgürlükler kısıtlandı, linç kampanyaları yürütüldü. Haliyle toplumun büyükce bir kesiminde bir tepki bir dışlanmışlık hissi peyda oldu. Toplum ikiye bölündü. Hatta bu ikilik yer yer komediye varan davranışlara sebebiyet verdi.Uluslararası kapitalizme entegre olmuş, düzenle bütünleşmiş, yabancı ortakları olan, hisseleri borsada işlem gören Ülker üzerinden hesaplaşmaya kalktılar. Bir kesim Kola Turka’dan ötesini eve sokmayarak parasının gavurlara/yabancılara gitmesini engellediğine inanırken diğer kesimdekiler hayatlarını Ülker çokoprens ve çikolatalı gofretle mücadeleye adayarak Laik Cumhuriyet’e en büyük hizmeti verdiklerinden emindiler. Bu zıtlaşmaya sebebiyet veren baskıcı ve yasakçı zihniyete tepkili insanlar AKP’yi iktidara taşıdılar. AKP bütün siyasi başarısını inanç özgürlüğü eksenli propagandasına borçlu. Siz isterseniz buna dini siyasete alet etmek deyin değişen bir şey olmaz. Haliyle böyle bir arka plana sahip bir siyasi hareketten benzer sıkıntılar yaşayanlara karşı daha daha duyarlı olmasını bekliyorduk.

Tayyip liderliğindeki AKP iktidardaki sekizinci yılını geride bırakıyor. Bu sürede Aleviler’in problemlerinin çözümüne dair ne yapıldı? Tartışmalı bir çalıştay ve lafta kalan içi boş bir açılım. Devlet 15 yaşındaki ergenlere döndü. Açılacam açılacam diyor fakat icraat yok. Üstüne Cemevi’nin ibadethane kabul edilmesi için yapılan başvurulara verilen bir red cevabı var. Diyanete sormuşlar Cemevi ibadethane değildir demiş. Sahi iktidarın inançlar konusunda en şikayetçi olduğu bana göre de haklı olduğu konu neydi? Başkaları tarafından tanımlanmak. Başı kapalı kızlar istedikleri kadar bunun inançlarının gereği olduğunu söylesin, suyun başını tutanlara göre siyasi simge idi. Ve tartışma bitmiştir siyasi simge yasak başörtüsü de yasaktı. Bu ötekini tanımlama olayına etraflıca değinmek lazım ama kısaca mekanizma şöyle işliyor. Güçe hakim olanlar istediğini istediği gibi tarif ediyor ve kendi tarifini esas alarak yaptırımda bulunuyor ve yaptırım meşru bir zemine oturmuş imajı yaratılıyor. Sen durma seni tanımlayana öyle olmadığını anlat…


Bu uygulamaları demokrasiye aykırı ilan eden iktidar ne yapıyor? Probleminin sistemle değil onu işletenlerle olduğunu ve amacının bu düzene son vermek değil düzenin işletmecisi olmak olduğunu icraatlarıyla defalarca kez ispat ediyor.

Milyonlarca insan Cemevi’ni ibadethane olarak “tanımlıyor” ki sayının pek önemi yok aslında. Buralara giden oraları inşa eden insanlar Cemevi’ni ibadethane olarak görüyor. Fakat hükümet “Diyanet”e dayanarak ibadethane olmadığını kabul ediyor. Kültür merkezi diyelim, şunu diyelim bunu diyelim diyorlar. Afedersinizde kimin ne haddine birilerinin inancını onlara rağmen tarif etmek? Yanlış anlaşılmasın bu tarifte en masum kurum Diyanet’tir. Zira sen diyanete “İslam’da Cemevi ibadethane midir?” diye sorarsan sana tek ibadethanenin Cami olduğunu söyler. Cemevi’nin İslam’daki yeri teolojik bir problem/polemiktir. Muhattapları din bilginleri ilahiyatçılardır. Gel gelelim laik bir ülkede bir kesimin ibadethane olarak gördüğü mekanların İslam’a uygun olma şartı yoktur. Bu İslam dışı kesimler için geçerli olduğu kadar İslam içi guruplar içinde geçerlidir. Haliyle “Cemevi ibadethane midir ?” sorusunun muhatabı Diyanet değil Cemevlerini kullanan milyonlarca Alevi olmalıdır. Zira biz Diyanete “Havra ve Kiliseler ibadethane midir ?” diye sorsak adamlar haklı olarak gene “ Tek ibadethane Cami’dir ” derler. Burada kabahat soruyu Cemevleri’ni kullanan insanlara değil Diyanet’e soran iradededir. Alacağı cevabı bile bile soran iradededir.

Bu resimde tartışılması gereken Cemevlerinin statüsü değil Diyanet’in işlevi gibi duruyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev yetki ve laik bir devletteki pozisyonu nedir? Zaten Cami imamlığınında “meslek ” olması garip geliyor bana. Bu profesyonel meslek dalında istihdam olmanın şartları nedir mesela? “İş”i öğrenmiş, İmam – Hatip mezunu ama inançsız bir insan sınavı filan varsa bunun, yüksek puan aldığında atanmak zorunda değil mi? Zorundaysa, o imamım arkasında namaz kılan cemaate yazık değil mi? Atanmaması gerekiyorsa bu nasıl laiklik, devlet memurunun inancını ne hakla sorgular, sorgulamasını geçtim ne hakla inanmadığı için onu işinden edebilir ya da “inanmak” nasıl olurda bir meslek dalının önşartı haline gelir? Ayrıca bir kamu emekcisi olan imamların greve gitmesi nasıl bir kafa karışıklığına ve kaosa sebebiyet verir bir düşünelim. Ne bileyim, çalışma şartlarından rahatsız olan imamlar en yoğun sezonda iş yavaşlatmaya gidebilirler mi? Razamanda teravih namazları 3 saat sürse halimiz nice olur ? Bunlar benim kafamı kurcalıyor. Türkiye’de yürütülen laiklik tartışmalarının çoğunun suni olduğuna yürekten inanan ben en süt liman mevzu olan Diyanet’in kadrolarıyla beraber ilkesel olarak laikliğe en fazla arıza çıkaran kurum olduğunu düşünüyorum. Kaldırılsın, silinsin,yok edilsin de demiyorum faka tartışılsın. Görev ve yetkilerinin sınırları doğru çizilsin.

Bir de zorunlu din dersi uygulaması var. Hani şu geçen ay referandum sürecinde AKP’nin diline doladığı, topla tüfekle savaş açtığı, kınadığı, hesaplaşmayı vaad ettiği darbenin ürünü olan zorunlu din dersleri. Türkiye’de dini siyasete kelimenin tam anlamıyla alet eden birisi varsa Evren’dir. Yediği haltı halka meşru ve sevimli göstermek için samimiyetten uzak bir stratejik hamle olarak dini diyaneti dilinden düşürmemiştir. Kendi ağzından dinlediğim kadarıyla bu din dersi uygulamasını “Çocuklar iki rekat namaz kılmayı bilmesin mi canım” cümlesiyle açıklıyordu. Sonra kendisiyle çelişip “Zaten din dersi değil din kültürü dersi” cümlesini peşine iliştiriyordu. İşte darbe ürünü bu dersleri zorunlu olmakan çıkarmamak için atmadığı takla kalmadı darbe karşıtı(!) AKP’nin. AİHM kararına rağmen yan çizmeye, içeriğini acık değiştiriverebiliriz belki demeye başladılar. Şunu belirteyim ki temel dini bilgilerin yetkin kişiler tarafından oluşturulmuş müfredat ışığında öğrenilmesinde hiçbir sıkıntı görmüyorum. Hatta bunu şu anki Türkiye şartlarında bir ihtiyaç olarak görüyorum. Böyle bir ihtiyaçı gidermek için din derslerinin talep eden öğrencilere seçmeli olarak okutulması herkesin derdini çözer. Kimse şu an sahip olduğu bir haktan mahrum kalmış olmaz.

Türkiye’de kemikleşmiş bazı inanç sorunlarını çözmek kolay değil. Her ne sebeple olursa olsun yaratılmış bir kuşku ve endişe ortamı var. Bu sorunların giderilmesi için rahatlatılması ikna edilmesi gereken ciddi bir kitle var. Fakat Alevilerin problemleri öyle değil. Çünkü dile getirdikleri iki temel sorunun çözümünde arada çatlak sesler çıksa da toplumsal bazda bir muhalefet asla olmaz. Bu iki değişiklik kimseyi kendi yaşam tarzı konusunda endişeye sevk etmez. Haliyle şu iki basit değişiklik karşısında inatla direnen hükümetin demokratlığı, adeleti, vicdanı naylondur. Öyle sadece kendi ayağınıza basıldığında zıplamak marifet/erdem değildir. Zira bu kabiliyet hayvanlarda bile var.

|
0

Planör

Posted by Trevanian on 00:18 in ,

Geçen gün farkettim İsmail YK'nın bir şarkısının büyük kısmını bildiğin ezbere biliyorum. Ben bu şarkıyı nasıl ezberledim, ne kadar zamandır bu böyle bilmiyorum. Durumun bilincine daha yeni vardım. Her Allah'ın günü onlarca ucube kendilerine sanatçı/yazar/aydın/gazeteci/şair/müzisyen/sinemacı/eleştirmen sıfatlarını atfederek televizyon, radyo ve gazeteler başta olmak üzere türlü kanallar vasıtasıyla gözümüzün, kulağımızın ve beynimizin adeta ırzına geçiyor. O kadar kuvvetli ve çeşitli aygıtları kullanıyorlar ki kapıyı kapatsanız bacadan giriyorlar engel olamıyorsunuz. Ben olamamışım şahşen. Öte yandan bir de, popüler olma, cik cikli ünvanlarla anılma gibi kaygılara yabancı sadece kaliteli ürünler vermeye odaklanmış kaliteli insanlar var. ilk bahsettiğim güruhun koparttığı tantanadan ötürü çok zaman bu güzel insaların eserlerinden haberdar bile olamıyoruz ciddi bir kısmımız. Sessizce üretiyorlar ve pek çoğumuz o eserleri ıskalıyoruz, onlardan mahrum kalıyoruz.


Bu durum sinemada da böyle, müzikte de böyle, edebiyatta da böyle... İsmail YK'nın şarkısını ezbere bilen ben, "sepet sepet yumurta"yı bile aşamamış ama şair olduğunu iddia eden bir kamyon adamı bilen ben Mustafa Akar'ın adını bile duymamıştım birkaç gün önceye kadar. Şimdi ilk fırsatta Küçük Bir Gökada ve Tenezzül adlı kitaplarını edinmenin peşindeyim.

Planör

Sana uçak alamıyorsam Türkiye Ekonomisi kötü gidiyor demektir.

Ama düşün ve unut hemen şimdi, bisiklet ölüme inandırmaz insanı...

Sana uçak almak da istemem, motorların sesindeki aldatır bizi.

Kekeleyen acil iniş çağrısı, kesinkes devrimdir.

Yanlış durakta inmiş iki eski dost olabiliriz

Buysa..Çok güzel...

Odalara sığamazsak kardeşlik ne güne duruyor ?

Ürpermek, ebediyettir kaç buradan.

Şizofreni hırkaları dikiyor mühendisler son hızla.

Giyince unutuyorsun, bende kendimde birşey var sanırdım,

Bişey... Kaset kapaklarını şenlendiren "Sezen" resmi gibi ayıp...

Depresyon fırkası buna inanıyor,

Sonbaharla gelen melankoli üzülmeni istemiyor.

Sana saçlarını tara dersem, rüzgârda atlılar geliyodur.

Ay karanlıkta incecik ve çok acayip, deli olursun...

Benim suskunluğuma katılırsan bununda bir anlamı olur.

Ey! Çocukluğumdan kalma altıpatlarlar,

Ey! Atasözü söyleyen kadınlar birden yaşlanırlar.

Çıkta gel ! Kibirli ve çok kabahatli...

Yalnız yürürken yakışıklı, geberesiye hora tepmek isteyen ben,

Sen benle çıkart şu güzelliğini..Çok fazla…

Çok fazla! Kaldır at saçlarını sevilmek için, çıldırasıya kitap okumak için.

Alabildiğine yeryüzünün kardeşi avuçlarımdaki ter, bakışlarımdaki bozgun.

Sana sevgimi grafikle anlatacağım artık.

Unutulmak için bile üşeniyorum şimdilerde

Dünya resmen normal değil, bana inanma

Ama şuna inan

Aşağıdaki grafiğe bakan olayı anlayacaktır, diyorsa birileri

Tamam, hepimiz delirmişiz

Hepimiz başlığı yanlış okumuşuz demek ki

Pe sayısı, pi sayısı

Lan bana ne deme

Ör sen saçlarını

Uçakları yüksele yüksele

Batan bir dünyaya uzat yine de saçlarını

Eski karizmam yerine gelirse bir bilet alırız tek gidiş

Dönemezsek Türkiye Acıları Ansiklopedisinde bir madde verirler bize.

Biri esmerdi..Şair..

Birinin saçları uzamışta uzamış.

Karma ekonominin baş belası, iki anarşist yaşamış...


- Mustafa Akar-


|

Copyright © 2009 BoŞ MuHaBBeT ; Hiçbir hakkı saklı gizli değildir, ortalık malıdır