7
Posted by Trevanian on 14:19
Önümüzdeki 6 ay TSK bünyesindeyim. Son zamanlarda zaten pek aktif olmayan blog da Mayıs'a kadar yaprak kımıldamaz. Haydin selametle

|
2

Güvercinleri Severim

Posted by Trevanian on 15:11
Kış gelmeden çatıyı aktartmak lazım dedi annem. Babam “Sami’yi arayayım hallediversin” diye cevapladı. ”Sami Amca kadayıf kıvamına gelmiştir, başka adam mı yok çatı aktaracak” diyemedim. İyi olur babacım, hem uzun zaman oldu bahaneyle görmüş oluruz dedim. Sami Amca babamın askerlik arkadaşıdır. Mesleği inşaat ustalığı. Bizim evin ustalık isteyen her işini yıllardır O halleder.

Ertesi gün Sami Amca geldi. Tek başınaydı. Emekli olalı yıllar olmuştu, artık yanında çalışan elemanı da yoktu. Gelirken tanıdığı birkaç kişiyi aramış ellerinde devam eden iş olduğundan gelememişler. Sami Amca çatıyı tek başına aktaracaktı. Başkasının evi olsa muhtemelen gitmezdi. Babamla hukukları eski olduğundan “ N’olacak iki günde ben hallederim onu, alt tarafı çatı “ dedi. O kiremitlerin tepesinde çalışırken ben canı sıkılmasın diye terastan yancılık yapıyordum. Yeri geliyor boş muhabbet açıyor, yeri geliyor çay, kola servisi yapıyordum.

Çatıya ilk çıktığında irkilmiştim, “aman sağlam basta ayağın kaymasın” diye akıl verdim. Neticede yaşlı adamdı. En ufak bir hatada kendini 4 kat aşağıda bulması içten bile değildi. “Korkma ben alışkınım” dedi, daha 3-4 sene önce 7 cmlik taban tahtasının üstünde gezer çalışırdım diye ekledi. Çatı aktarmanın alta yağmur mağmur geçmesin diye yapılan bir şey olduğunu seziyordum ama tam olarak nasıl yapıldığını bilmiyordum. Zaten ilk kez çatımız aktarılıyordu. Dikkatle ve merakla Sami Amca’yı gözlemlemeye başladım. Anladığım kadarıyla çatı aktarma işlemi şuydu: Önce kiremitlerin oluklarında biriken toz çöp süpürülüyor. Ardından dizili haldeki kiremitlerden 2-3 sıra komple toplanıp kaldırılıyor. Alttaki çürük çuha sökülüp yerine yenisi seriliyor ve kiremitler tekrar özenle diziliyor. Sami Amca gerçekten kedi gibi adamdı. En uçtaki kiremitleri toplarken bile kendi kale çizgisinde rakibe çalım atan Ergün Penbe soğuk kanlılığına sahipti. Bacaya doğru ilerleyince birbirine yakın 4-5 kırık kiremite denk geldi. “Hayret bunlar taa burada nasıl kırılmış, eskiden anten manten mi vardı?” dedi. Yok yok dedim. Yok derken bir yandan da çocukluğuma gitmiştim.

Sene 1994. Çok net biliyorum çünkü o yıl hatırladığım ilk Dünya Kupası vardı. Türk halkının Milli Takım’ın katılamadığı kupalarda hep Brezilya’yı desteklediği söylenir. Biz mahalle boyu İtalya taraftarıydık. O kadroyu bugün bile ezbere sayarım. Halbuki Brezilya’dan hatırladığım Bebeto, Dunga bir de Taffarel var. Gecenin bir vakti kalkar İtalya maçlarını izler gündüz çocuklarla muhabbetini yapardık. Üzerimizde anlamsız bir İtalyan hayranlığı vardı. Bir gün gene bir yandan 9 aylık oynayıp bir yandan maç muhabbeti yapıyoruz Önder elinde bembeyaz bir tavşanla çıktı geldi.Hayvanı kulaklarından tutuyordu yavşak. Niye canını yakıyorsun lan dedik. Siz anlamazsınız bunlar böyle tutulur dedi. Harbiden de hiç debelenmiyor, put gibi duruyordu hayvan. Akşam eve gidince bizimkilere ben tavşan istiyorum dedim. O zamanlar petşop olayları yoktu bizim orada. Kuş ve balık satan aynı zamanda da düğün sünnet arabası süsleyen bazı dükkanlar vardı hepsi o. Önce olmaz dedi bizimkiler. Direndim, ısrar ettim, kafa ütüledim, sofraya oturmadım, etmediğim eziyet kalmadı. Sonunda babam birgün elinde bir tavşanla çıktı geldi. Çok sevinmiştim. Hemen kulaklarından tutup aldım kucağıma hayvanı. Oğlum hastamısın işkence etmek için mi aldırdın tavşanı dedi. Bu böyle tutulur baba dedim. Ne demek böyle tutulur, insan gibi tut adamı yaptığı işten pişman etme dedi. Hemen tutuşuma çeki düzen verdim. Ben planı yapmıştım. O zamanlar bizim ev sobalıydı ve arka bahçenin yarısını kaplayan bir kömürlük vardı. Tavşanı orada besleyecektim.

Maruldur havuçtur ne varsa yığdım önüne. İlerleyen günlerde bizim elemanları topladım artistlik yapmak için kömürlüğün önüne getirdim. Gözünüz tavşan görsün ezikler dercesine kapıyı açtım.İçerde yoktu. Aradık taradık, ön bahçede annemin maydonozlarını kemirirken bulduk. Yaklamaya çalışırken birden gözden kayboldu. Sonra kömürlükten çıktı. Kendine tünel kazmış prison break yapmıştı adi. Annem Doğu Perinçek’i imrendirecek bir teoriyle tavşanı evin temelini kazmakla itham etti. Ev her an çökebilirdi. Akabinde babam geri götürdü aldığı yere.

Tavşan vakasının üzerinden epeyce bir zaman geçti ve ben köpeklere merak sardım. Kurt köpeğidir çoban köpeğidir tırsıyordum. Av köpekleri çok makul geliyordu. Şükrü Abi’nin Cin adında bir av köpeiği vardı, gayet uysal duruyordu. Bizim okulun oralarda kim hangi isimle çağırsa peşinden giden, tasmasız (yani sahipsiz) derisi kemiğine yapışmış bir it vardı. Tuttum “Geah mah çuku çuku” diye diye eve kadar getirdim ve bizim bahçeye bağladım. Köpeği sahiplenmiştim. O’na bir isim vermeyi düşündüm. Gerekirse kulağına ezan bile okurdum. Hele bir yarın olsundu. Babamın iddiasına göre köpek sabaha kadar havlamıştı. Konu komşu şikayete gelir,mahalle arasında köpek beslenmez dedi. Ertesi gün salıverdik hayvanı. Bir girişimden daha sonuç alamamıştım.

Takip eden yıllarda bizim muhitte bir muhabbet kuşu furyası başladı. Konuşan kuşlarıyla hava atan tanıdıklarımız oldu. Biz de bu akıma daha fazla seyirci kalamazdık. Sarı bir kafesin içinde mavi bir muhabbet kuşumuz vardı artık. Sıra isim vermeye gelmişti. Dönemin efsane dizisi Bizimkiler’in kapıcısı Cafer ve papağan Maşuk vardı. Ben çok severdim onları. Cafer Maşuk’tan daha samimi bir karakterdi. Cafer ismini önerdim. “Evladım Cafer diye muhabbet kuşu mu olur ? Kuş dediğin maviş olur boncuk olur bilemedin geveze olur daha cinsiyetini bile bilmiyoruz hayvanın Cafer de neymiş?!” dediler. Ben anlamam Cafer olacak dedim. Cafer oldu. Cafer süper kuştu. Bize ve eve kısa sürede alıştı.

Omzumuzdan başımızdan inmiyordu. Beraber kahvaltı masasına oturur olduk. Bir zaman sonra camı çerçeveyi çekinmeden açık bırakmaya başladık. Kaçmıyordu. Tüm ailenin sevgisini kazanmıştı. Bu atmosferden faydalanarak bir de kanarya almayı teklif ettim. Cafer iyi kuştu hoş kuştu ama muhabbeti çekilmiyordu. Cak cuk ötüyordu. Ses kalitesi bir Demet Akalın’ın, bir Hülya Avşar’ın bile gerisindeydi. Kanaryalar güzel öterdi. Babamı ikna etmek hiç de güç olmadı. Ablam nişanlıyken emrivaki yapıp akşam oturmasına gelen dünürleri annemle evde baş başa bırakıp Fener’in maçını izlemeye giden bir adamdı babam. Kendini “insan bir sorar akşam müsait misiniz değil misiniz diye” diyerek savunuyordu. Annem o gün ne kadar utandığını hala ara ara anlatır. Neticede artık sarı bir de kanaryamız olmuştu. Kuşgiller açık bir şekilde aileden kabul görüyordu.

Abim bir gün hin hin yanıma gelip “süper bir fikrim var “ dedi. Güvercin besleyecekmişiz. Anında gaza gelip olur dedim. Önce kafes lazımdı. Satın da alabilirdik ama biz kendimiz yapmalıydık. Dönemin Lost’u, Spartacus’ü, MadMan’i olan dizi şimdilerde sinema filmi gösterimde olan A Takımı idi. Albay Simit liderliğinde bu ibneler bir garaja kapanır,plan yapar, külüstür bir arabayı, vleda sopasını, tenekeyi, kutuyu keser, biçer, döker, kaynatır Tank yaparlardı. Çok özenirdik lavuklara, çok etkilenirdik. Hatta abimin lakabı Mördak olan arkadaşı bile vardı. Şimdi eşşek kadar oldu hala Mördak deyince döner bakar. Bizde onlar gibi olmalı kendi kafesimizi kendimiz yapmalıydık. Cin Ali’yi bile 3-4 denemede düzgün çizemeyen biz, oturduk abimin kareli harita metod defterlerinde kafes tasarımı yapmaya başladık. Cizimler birkaç günümüzü aldı. Sonunda arzuladığımız tasarımı yapmıştık. Sıra malzeme taderik etmeye gelmişti. Bisikletlere atlayıp bir kereste fabrikasının yolunu tutuk. “Abiler böyle işinize yaramayan sunta, çıta, kontraplak neyim var mı ?” dedik. Sağolsunlar kıyıda köşede kalanlardan istediğimizi almamıza izin verdiler. Dönüşte nalburdan bir miktar tel örgü ve çivi aldık. Alet edevat evde vardı. Şahane tasarımımızı hayata geçirmeye koyulduk. Ölçtük, biçtik, kestik,çaktık. Ben çekici parmağımın kenarına vurdum. Kapkara kan topladı, ben gibi oldu. Bozuntuya vermeden çalışmaya devam ettim. Sonunda kafesi bitirmiştik. Yemliği, suluğu, folluğu geçtim içinde kalem pille çalışan lambası bile vardı. Güvercinlerin konforu için her ayrıntıyı düşünmüştük. Kafesi terasa koyduk. Zaten balkon dardı. Ertesi gün abim elinde kenarları hava alsın diye tükenmez kalemle delinmiş bir kutuyla çıktı geldi. İçinde bir çift güvercin vardı. Uzun süre kafesten çıkmalarına izin vermedik. Alışmaları lazımdı.Yoksa eski evlerine geri dönerlerdi. Zamanla çevreyi tanısınlar diye terasın zeminine yem atıp kanatlarını izolabantla bantladıktan sonra kafesin kapısını açtık. Uçamadıklarını anlayınca yemlenmeye koyuluyorlardı. Sonra elimizle yakalayıp tekrar kafese sokuyorduk. Bu böyle kısa bir süre devam etti. Artık vaktin geldiğine kanaat getirdik. Kuşları kanatlarını bantlamadan tuttuğum gibi evden 15-20 dakika uzağa götürdüm. Serbest bırakacaktım. Acaba bizim eve mi gideceklerdi. O zamanlar iki yanımızdaki arsalar boştu şimdiki gibi 5-6 katlı binalar yoktu. İsterlerse zorlanmadan evi bulurlar diye düşünüyordum. Abim evdeydi. Kuşlar ürkmesin diye içerde bekliyordu. Saldım bunları ve gözden kayboldular.Koşa koşa eve geldim. Geldiler geldiler dedi Abim sevinçle. “Oğlum kuşu serbest bırakacaksın, dönerse senindir dönmezse zaten hiç senin olmamıştır “ diyemedim. O vakitler şimdiki gibi piyasa bir laf değildi bu, hele kuşcu camiasında hiç kullanılmamıştı. Abimin gözünde filozofik bir karizma yapabilirdim. Yapamadım.

Çok sevinçliydik, onlar artık bizim evin güvercinleriydi. Gel zaman git zaman biz güvercin beslemeyi benimsedik. Kafesimiz müsaitti yeni kuşlar aldık. Güvercin deyip geçmeyin onlarda çeşit çeşit cins cins. Bizimkilerin hepsi paçalı ve taklacıydı. Zaten taklacı olmayanlar kumru muamelesi görür kimse alıp beslemezdi bile. Yoz güvercin derdik biz onlara. Gün oldu yumurtlamaya başladılar sonra yavruladıklar. Abim, palazlanana kadar çok emek verdi o yavrulara . Sularnı şırıngayla ağızlarına zerk etti. Gagalarını bir eliyle açıp öbür eliyle yemlerini yedirdi. Şimdi çoluk çocuk sahibi ben daha yeğenimi öyle özene bezene beslediğini görmedim. Belki benim olmadığım zamanlarda yapmıştır ama ben görmedim.

Zamanla yavrular büyüdü. Bizimkiler başka güvercinleri çekti. Kuş sayımız artmış oldu. Çikolatası, çillisi, sütbeyazı çeşit çeşit renk renk kuşlarımız vardı. Onlar için yeni tasarımlar yeni kafesler yaptık. Güvercin besleyen başka insanları tanıyor, güvercinler hakkında etraflıca malumat sahibi oluyorduk. Misal bize anlatılan em büyük tehlike As denen hayvandı. Gelincikle aynı hayvan sanırım bunlar. İkisini de hiç görmedim. Ama bize anlatıldığına göre gece kafese girip kuşları boğup giderlermiş. Fare gibi küçücük deliklerden bile sızarlarmış. Ayrıca kinci bir hayvanmış birini öldürürsen eşi intikam almaya gelirmiş. Bunlar ne kadar doğrudur bilmiyorum ama o zaman anlatılanlara inandık. Nasıl koruyacağız kuşları dedik? Lastik yakacasınız. Kokusunu aldılarmı o muhite bir daha uğramazlar dediler. Bizim bisiklerden çıkma üstü yama dolu iç lastiker vardı. Tuttuk yaktık bunları bahçede. Leş gibi dumanı her yana dağıldı. Kimseye de neden yaktığımızı söylemedik. Bilmiyorum alakası var mı o hayvanı hiç görmedim hiçbir güvercinimizi de gece boğan filan olmadı.

Jargonu da öğreniyorduk. Bazı güvercinler başka kuşların peşine takılıp kendi yuvaları yerine onların yuvalarına giderler. ”Kuş çekmek” diye buna deniyor. Camiada dillendirilmeyen bir mutakabat vardı bu husuta. Kimse kimseye gidip bizim kuş sizdeymiş verin ulan demez. Çekilen güvercini ister kafesler kendi evine alıştırırsın, istersen ertesi gün diğer kuşlarla birlikte salarsın o da büyük ihtimal gerçek yuvasına geri döner.İnsiyatif çekendedir. Biz kurnazlık yapıp çektiğimiz kuşlardan tipini beğendiğimiz bazılarını salmıyor zimmetimize geçiriyorduk. Neyse, kısacası türlü sebepten bizim kuşlar çoğalmıştı. Yemleri suları için babamdan para istemeyelim diye zaman zaman bir ikisini satıyorduk.Bizim kuşlar marifetliydi. Kimisi biraz yükselip ard arda 3-4 takla saydırıp inişe geçiyor, kimisi biraz uçup ardına takla biraz daha uçuş ardına bir takla daha atıyordu. Tarz sahibiydiyler resmen. Sattığımız kuşları alanlar son bir kez yanımızda taklaları görüp emin olmak istiyordu. Bu sebeple kuşlar kafeste veya terastaysa ellerimle kış kış yapıp üzerlerine yürüyerek onları uçuşa geçiriyordum. Bizim şerefsizlerin bazıları gül gibi teras dururken gidip çatının ortasındaki bacanın tepesinde takılıyordu. Kışt pişt şeklindeki ürkütücü sesler çıkarmama rağmen istiflerini hiç bozmuyordu adiler. Onların uçmaları takla atıp yüzümü ak çıkarmaları lazımdı. Başka çare bulamadığım için elime uzunca bir sopa alıp çatının tepesine çıkıyor kiremitlerin üstünde ilerleyerek onlara yaklaşıp sopayla ürkütüyordum. Zamanla zırt pırt kiremitlerin tepesinde kuş kovalarken bulur oldum kendimi. Ama sağlam basıyordum. Minimum hamlede işimi görmek için kah diz çöküyor kah kıçımın üstüne oturuyordum. İşte Sami Amca’nın bulduğu kiremitleri o zamanlar ben kırmıştım. Çok net hatırlıyordum.

Komşular görüp bizimkilere ispiyonlamışlardı beni. Sizin küçük oğlan turada geziyor, ayağı kaysa geberip gidecek demişlerdi. O tura gezmeleri bizim güvercin besleme maceramızın sonu oldu. Aslında bu I. Dünya Savaşı’nın Avusturya prensinin öldürülmesi yüzünden çıkması gibi bir şeydi. Asıl sıkıntı daha çetrefilliydi ve benim hüsranla biten her hayvan besleme girişimim gibi arkasında Annem vardı.

Güvercinler yokken biz çatı kattaki küçük ocakbaşında mangal yapar, patlıcan biber közler ve bazı akşamlar yemekleri terasta yerdik. Diğer vakitler annem orayı gönlünce kullanırdı. Kuşlar geldiğinden beri terasın kontrolü abimle benim elime geçmişti. İstediğimiz yere kafes ve suluk yerleştiriyor, yerlere yemler saçıyorduk. Arasıra bizimkilerin tanımadığı kuşcu arkadaşları ağırlıyor, kuş muhabbeti yapıyorduk. Terasta resmen krallığımızı ilan etmiştik. Annemin o gönlünce tarhana, salça yapıp serdiği, kuru biber astığı yeri geldiğinde çamaşır bile kuruttuğu o şâşâlı teras günleri mazide tatlı bir anı olarak kalmıştı. Sıkıntı Annemin o lâle devrine olan özleminden kaynaklanıyordu. Ben anlamıyordum sanki. Fakat O inatla kuşların terası kirlettiklerinden ve geceleri “guruk guruk” diye sesler çıkartarak rahatsızlık verdiklerinden dem vuruyordu.

Turada gezerken komşulara yakalanarak Anneme müthiş bir koz vermiştim. Olay bir güvenlik sorunu haline gelmişti ve gerekirse beni bana rağmen koruyacaklardı. Güvercin faslı böylece sona erdi. Çok da itiraz etmedim. Zaten abim askerdeydi ve o yazın sonunda ben yatılı okula gidecektim. Haliyle bu sonun kaçınılmaz olduğunu biliyordum.

Sami Amca tek başına harıl harıl çalışıyor, ben boş boş duruyordum. O yaşta yolda yürür gibi çatıda gezmesini kıskandığımdan olacak “Dur ben sana biraz yardım edeyim” diyerek “Hop! Dur ! Gerek yok! ” demesine fırsat vermeden kendimi terasın köşesinden çatıya attım ve yukarıya doğru 1-2 metre ilerledim. Güvercin kovaladığım günlerde edindiğim tecrübeyi konuşturup Sami Amca’ya “Biz de boş adam değiliz” mesajı vermeyi planlıyordum.

Yahu arkadaş elin adamı büyüdükçe cengaverleşir, atikleşir, cesurlaşır... Ben yaş aldıkça tırsaklaşmıştım. 15 yaşında turada keklik gibi seken çocuk gitmiş yerine yüksekten tırsan 25 yaşında bir herif gelmişti. Çatıya atlarken bunu unutmuştum. Yüksek irtifada kendimi güvende hissetmezsem canım ayaklarımdan aşağıya çekiliyor, diz kapaklarım çözülüyordu. Gene öyle oldu. Ben elime süpürgeyi alıp sıradaki kiremitleri süpürmeyi planlıyordum. Fakat kulaklarından tutulmuş tavşan gibi donup kalmıştım. Bulunduğum yere kıç üstü oturdum. Statik sürtünmeye güveniyordum. Kaymaya başlarsam dinamik sürtünmenin beni kurtarmayacağını biliyordum. Tutunacak bir yer de yoktu. Bu yükseklikten düşsem yere çakılmadan limit hıza ulaşırmıyım acaba diye meraka kapıldım. Kafadan kabaca bir hesaba giriştim. Bir katı 4 metre, yer çekim ivmesini 9, 81 , havanın dinamik viskozitesini , sürtünme yüzey alanını gönlümce aldım. Tam sonuca yaklaşmışken Sami Amca “ Oğlum sen in istersen, düşer şaşarsın mazallah” dedi. Normalde inmem de senin güzel hatrın için iniyorum der gibi bir edayla kendimi terasa attım. “Sana zahmet bana yarım kilo tel yarım kilo da 5 lik çivi alıversene bunlar yetmeyecek gibi” dedi. Hemen alıp geliyorum dedim. O eski nalburun yolunu tuttum. Tavşanı kulaklarından taşıyan Önder adisinin ofisinin önünden geçtim. Elektrik mühendisi olmuştu. “Ne ara geldin haberimiz yok, gir bi çay kahve içelim iki lafın belini kırarız” dedi. Sağol işim var sonra uğrarım dedim. Nalbur hala eski yerindeydi ama içinde gençten bir eleman vardı. Nevaleyi aldım. Dönüşte şöyle bir sağa, sola, gökyüzüne baktım. Eskisi gibi güvercinler fink atmıyordu. Zaten güvercin besleyen insan pek kalmamıştı. Haliyle meydanlar, binalar artık daha temizdi. Her çağıranın peşine takılan sümsük sokak köpekleri nin de sayısı yok denecek kadar azdı. Zabıtalar gelen şikayetler üzerine şehri sahipsiz köpeklerden kah kısırlaştırarak kah silahla uyutarak temizliyordu. Muhabbet kuşları da kılı tüyü gece çocukların içine kaçtığından sağlıksızdı ve eski popülaritesini kaybetmişti. Kırlangıçlar camilere yuva yapmaktan uzun zaman önce vazgeçmişti. Kendi kendime çok çağdaşlaştık çok medenileştik anasını satayım dedim.

Artık şehrin caddelerinde eskisi gibi delilere bile denk gelmiyorduk. Hepsini yakalayıp bir yerlere kapatmışlar, sokakları temiz ve güvenli hale getirmişlerdi. Deli Kamuran, İsmail, Yüzbaşı gibileri varlıklarıyla bizi rahatsız edemiyorlardı artık. Harbiden çok ilerledik diye kendi kendimi onayladım. Sonra Sadık Battal’ın “Deliler Allah’ın ajanlarıdır” lafı aklıma geldi. İran’a gitsin kodumun örümcek kafalısı dedim. Sinirim geçmedi galiz bir küfür daha savurdum. Deliler de sahipsiz hayvanlar gibi hayatımızdan çıkmalıydılar. Temizlik için güvenlik için modernlik için bu şarttı. Koskoca Barselona’da bile her yıl yüzlerce yoz güvercin bizzat belediye tarafından öldürülüyordu. Yüzümüzü Batı’ya dönmek lazımdı. O yüzden paketlenip götürülmeden kısa süre önce Deli Kamuran’ı markete iki de bir girip çıkıp müşteriyi tedirgin ediyor diye tekme tokat döven, “Bir daha gircen mi lan ha” diye tehditler küfürler savuran yavşağa pek şaşırmamıştım. Kamuran müşteriyi ürkütüp ciroyu düşürebilirdi. Eleman haklıydı. Halbuki eskiden bakkallar ve diğer esnaf delileri besler, yeri gelir üstlerine başlarına ayakkabı kıyafet ayarlarlardı. Yemişim bakkalı da çakkalı da onların adetlerini de dedim. Koca Başbakan bile bakkal devri kapandı devir süpermarket devri diyor o bilmeyecek de kim bilecek dedim. Demek ki devir deliyi dövme paketleyip kapatma devri dedim. Eve doğru yürümeye devam ettim. En çağdaş, en demokrat, en modern şehrimizde birkaç puştun bir sokak kedisini zevk için(!) öldürüşü aklıma geldi. Şaşırmamıştım bu habere. En iyisi iki puştun yaptığını bütün şehre mâl edeyim dedim. Koca Barselona’da bile güvercinlerin gözünün yaşına bakmıyorlar İzmir de bir kedi öldürmüşler çok mu dedim. Elimdeki çivi ve tel dolu siyah naylon poşeti sallaya sallaya eve vardım. Sami Amca çatının köşesine oturmuş, ayaklarını olukların üstünden aşağıya sallamış sigara içiyordu. Beni görünce şöyle bir eğilip “Geldin mi?” diye anlamsız bir soru sordu. Düşecek diye aklım gitti. “Geldim geldim” diye yukarı bağırdım.

|
0

2030'da Çin'in planı belli peki ya bizim?

Posted by Trevanian on 10:56 in
Amerika bugün seçime gidiyor. Sağda solda söylenenlere göre % 55' e 45 civarı bir McCain zaferi bekleniyor. Seçime 24 saatten az bir süre kala Cumhuriyetçiler, sığlığı ve provokatifliğiyle Kurtlar Vadisi fragmanlarını aratmayan Obama karşıtı bir vidyo servis etmişler. Öcü ülke Çin üzerinden yapılan bu son dakika hamlesi ne kadar etkili olacak bakalım.


|
0

Portakalın Ardından

Posted by Trevanian on 17:56

Kezman'ı milli takım maçında çetnik işareti yaparken gösteren fotoğraflar büyük tartışma yaratmıştı. Pek çok Galatasaraylı da anında Bosna'ya aşırı duyarlı olup Kezman'ın Türkiye'den gönderilmesi için kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Zaten Fenerbahçe'nin daha önce Arkan'la ilişkilendirdikleri Lazetiç ve Mirkoviç'i aldığını hatırlattılar. Fenerbahçe yönetimi de Kezman'a politik açıklamalar yaptırarak gerginliği almaya çalıştı. Akabinde Galatasaraylı İliç'in de benzer fotoğrafları olduğu ortaya çıktı. Vay efendim Kezman'a şöyle dediniz İliç'e niye demiyorsunuz, buna şöyle dedin şuna demedin ıvır zıvır... Olan sadece Fenerbahçe ile Galatasaray'ın sidik yarışıydı.


Bugün bir başka sidik yarışı Kusturica üzerinden yapılıyor. Çok net söyleyeyim ben Kusturica'nın politik duruşundan hoşlanmıyorum. Ve bu fikrimin dinini/adını değiştirmesiyle alakası yok. Çünkü bunlar bireysel tercihidir saygı duymak gerekir. Türklerle Boşnakların ilişkisi hakkında ettiği sözlede alakası yok. O da yaygın bir iddiadır, tarihi gerçekliği konuya hakim insanlar tarafından araştırılır, tartışılır vs... Tek söyleyebileceğim bu yaptıklarının benim için şaşırtıcı olmadığıdır.


Benim Kusturica'dan hoşlanmama nedenim Bosna'da yapılan katliam sırasında ve Dayton sonrasındaki tutumudur. Bu çiçekli böcekli demeçlerle "Benim dedem müftüydü" kıvamındaki açıklamalarla gölgelenmeyecek kadar net bir tutumdur. Türkiye'de bazı sol gurupların da ısrarla savunduğu bu tutum kendisini Birleşik Yugoslavya anlayışına dayandırıyor. Yugoslavya'ın parçalanması Batı projesidir. Buna direnen Miloşeviç ve taraftarları emperyalizmle mücadele eden, kahramanlardır. Haliyle Batı'ya alet olan diğer unsurlar devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü sekteye uğratan hainlerdir. Bunlara ne yapsan müstehak diyecekler de onu içlerinden diyorlar.


Yugoslavya'nın parçalanmasında Batı'nın rolünü inkar etmiyorum. Adım adım hayata geçirilmiş stratejik bir hamle olarak da kabul edin eyvallah. En iyimser varsayımla bile Miloşeviç'i aklayamazsınız. Bosna'da etnik ve dini kökene dayalı bir imha girişiminde bulunuldu. Bunun amacı net ve planlı bir girişim olduğu Karadziç'in savaş öncesi yaptığı konuşmalardan rahatça anlaşılabilir. Saldırının Boşnakları ve İslamı o coğrafyadan silmek için yapıldığı sayısız delillerle açıklanabileceği halde hala tartışılabilirdir. Tartışılamaz olan orada bir katliamın vuku bulduğudur. Tarihte mağduru ve sorumlusu bu kadar net olan bir olaya çok sık rastlanmaz. Bosna'daki katliama bir "Karşılıklılık" atfeden cahil de değil art niyetlidir. Karşılıklığı altı dolu bir şekilde dillendiremediklerinden ya siz anlamazsınız koncüktür var, emperyalizmin var vs diyerek bu barbarlığı normalleştirmeye kalktılar ya da katliamı sadece Mladiç, Karadziç, Arkan ile ilişkilendirdiler. Sanki Mloşeviç o sırada Nijerya devlet başkanıydı. Çetniklere her türlü askeri mühimmatı yağdıran Senegal ordusuydu. Mloşeviç Bosnalı Sırplar'ın paramiliter unsurlarıyla doğrudan ilişkilidir ve yapılan katliamın birinci dereceden sorumlusudur. Bahsedilen katliam kontrolden çıkmış bir cinnet hali değil en başından beri Büyük Yugoslavya değil Büyük Sırbistan ideolojine dayanan şövenist ve islam karşıtı bir planın ürünüdür.


İşte Kusturica bu silme girişimine ve temsilcilerine "Birleşik Yugoslavya" penceresine dayanarak açık şekilde karşı çıkmamış aksine ideolojik bazda temsilcisi olmuştur. Bosna katliamının en başından itibaren dolaylı yoldan Boşnakları suçlar/sorumlu tutar açıklamalar yapmıştır. Olaya karşılıklılık atfetmiştir. Bosna katliamı sırasında Osmanlıyı, Türkleri, İslamı çağrıştıran ne kadar değer varsa imha edildi. Zaten Srebrenitza öncesi Mladiç tarafından bu vaad edilmişti. Savaş sonrası Kusturica yıkılan Camilerin tam üzerine inşa edilen Kiliselerin açılışına katıldı. Çeknik işareti yaparken çekilen fotoğrafı işaretin dini bir simge olduğunu söyleyerek savundu. Çocuk değilseniz bilirsiniz ki Çetnik işareti en fazla Gamalı haç kadar dini bir sembol olabilir. İşte ben bu yüzden Kusturica'dan hoşlanmıyorum.


Şimdi söyleyeceklerimi de Kusturica hakkında bu kadar olumsuz düşünen birisi olarak söylüyorum. Şu anki sidik yarışının özü Kezman- İliç tantanasından bir gram ileride değil. Zaten protestolar hiçbir ayrım gözetilmeksizin katledilen/tecavüze uğrayan/kültürü yağmalanan mağdur Boşnak halkını gözetmiyor. Neymiş Türkler hakkında kötü! konuşmuşmuş. O Coğrafyanın insanları Osmanlı'ya bizim gözümüzle bakmıyorlar. İvo Andriç'in kara propaganda için değil bence gayet samimi ve inanarak yazılmış olan meşhur romanı Drina Köprüsü 'nde bunu açık şekilde farkedersiniz. Haliyle tarihi gerçeklik payı tartışılır bu sözlere celallenmek anlamsızdır. Tarihimize bu kadar çok değer veriyorsanız kimsenin itiraz edemeyeceği bilimsel ve detaylı bir şekilde gerçeğin öyle olmadığını ortaya koyan bir çalışma yaparsınız. Onun üzerine kim ne dese çok ciddiye alınmaz. Bir siyasi O'nu Sırp hayranı olmakla ihtam etti. Adam kafada Sırp olmayı nasıl bir yere oturtmuş siz düşünün.


Semih Kaplanoğlu hakkında izlediğim iki film dışında hiçbir malumat sahibi değilim. Yolda yanımdan geçse tanımam. Ve iyimser bir yaklaşımla O'nun protestosunun tamenen vicdani olduğuna inanmak istiyorum. O'nun dışında medyadaki çoğu tepkinin ve Kültür Bakan'ı dahil tüm resmi protestoların AKP ile CHP'nin sidik yarışından ibaret olduğunu düşünüyorum. Birisi siz nasıl Kusturica'yı getirirsiniz diyor öbürü Bursa'da getirdi niye tantana yapmadınız diyerek cevaplıyor. AKP tıpkı Kezman olayındaki Galatasaraylılar gibi Bosna'yı Katliam'ı çok önemsiyormuş gibi yapıyor. Bu olay üzerinden zaten İslami duyarlılığı olan kesimin gözünde sicili temiz olmayan CHP ye Antalya Belediye Başkan'ı üzerinden bir darbe daha vurmak için çirkin bir duyarlılık taklidi yapıyor. Bosna üzerinden siyasi bir linç girişimi var. Bursa'da olanlardan haberimiz yoktu diyorsunuz. Şimdi var. Hangi AKP yetkilisi hesap sormaya kalktı Bursa Belediye Başkanı'ndan ? Hani çok hassasınız ya bu konuda ? Niye resmi bir özür gelmedi ? Bursa ve Antalya Belediye Başkanlar'ı biz sanatına bakarız siyasi duruşu bizi ilgilendirmez demişler. Bu bir ilke olsa saygı duyarım fakat "Ben Kezman'ın futboluna bakarım geirisi beni ilgilendirmez" diyen Fenerliden daha kurnaz değilsiniz. İleride O İslama hakaret eden karikatürist gelse ya da Atatürk'ü aşağılayan bir yönetmen gelse aynı duruşu sergileyebilecek misiniz? O zaman da sadece sanata bakarız der misiniz?


Bende resmi bir organizasyonda böyle duruşa sahip bir yönetmeni görmek istemem. Bir vatandaş olarak bu benim en doğal hakkımdır. Görmek isteyen de ister. O da O'nun en doğal hakkıdır. Neticede Kusturica bu katliama katılmış, eylemsel bazda desteklemiş değildir. O'na karşı kızgınlığın sebebi net bir şekilde bu kıyımla mücadele etmesi beklenirken katliamcıların net bir şekilde propagandasını yapmasa da Onlar'a yakınlık göstermesidir. Partisi anlı şanlı katilleri kırmızı halılarla karşılarken Ertuğrul Günay'ın Don Kişot'luk yapması komik kaçıyor. El-Beşir'i , Bush'u Türkiye'de ağırlamadınız mı? Obama'ya ironik şekilde kurbanlar kesmediniz mi? Bu adamlar yakın tarihte meydana gelmiş en büyük katliamların birinci dereceden sorumluluarı değiller mi? Gücünüz ancak Kusturica'ya yetiyor değil mi? O'na sesiniz gğr çıkıyor. Tıpkı darbe dönemi dönemi Evren'e yalaklanıp adam kadayıfa dönünce cengaver kesilerek hesaplaşma mavalları okuduğunuz gibi.


Bosna'daki sıkıntılar anlık bir olay değil. Hala büyük zorluklarla boğuşuyor oradaki insanlar. Çok umurunuzda ya hadi bir ucundan tutun. En temel barınma, beslenme ve sağlık sorunlarının giderilmesi için birşeyler yapın. Sizi engelleyen kim ? Milyar dolarlık krediler alıyor sayısız rant/ihale dağıtıyorsunuz. Edindiğiniz servetin minik bir kısmını aktarın oralara. Yok işinize gelmez değil mi? Ramazanda çadır, Kurban'da kavurma yeter.

|
0

Karışmadan Birleşmek, Zıtlaşmadan Ayrışmak

Posted by Trevanian on 12:40
Tarih tekerrürden ibaret değildir elbet fakat zaman zaman tekerrürlere sahne olduğu da açıktır. Sunucu zevzekliği üzerine bina edilmiş bir programda Güner Ümit’in Kızılbaşlar üzerine yaptığı bir boşboğazlık kariyerinin sonu olmuştu. Bu sefer tekrar Star Tv’de , zevzeklikte Güner Ümit’i mumla aratan Mehmet Ali Erbil benzer bir münasebetsizliğe imza attı. Daha önce canlı yayında herifin birinin donunu indirmesi gibi kontrolsüzlüklerine alışık olduğumuz bu bu vatandaş gene sınırı aşmıştı. Güner Ümit gibi O’nun da programı yayından kaldırıldı. Kendisinin “Vay efendim benim alevi arkadaşlarım da var ” tadındaki savunması ve özrü programını kurtarmaya yetmedi.

Einstein’a ait olduğu iddia edilen “Bir önyargıyı yıkmak atomu parçalamaktan daha zor” diye bir söz var. “ Beni bir karım anladı O da yanlış anladı ” gibi arabesk bir söz de O’na isnat edildiğinden doğruluğuna şüpheyle yaklaşıyorum. (İkincisi gerçekten Einstein’a aitse Einstein’ın arabesk yavşaklığından utanırım) Kiminse kimin güzel laf etmiş söyleyen. Yerleşmiş yargıları yıkmak uzun vakit ve yoğun emek istiyor. Malum hala memleketin ciddi bir kısmı Almanlar yenildi diye bizim de yenik sayıldığımıza inanıyor. Hiç Almanlar biz yenildik diye kendilerini yenik sayıyorlar mı? Geçen gün nasıl sevindi terbiyesizler. Neyse önyargı diyorduk. TDK sözlüklerinde bile kendine yer bulan (Onca itiraza rağmen “Yanlış bir inanış”olarak nitelendirilsede sözlükten çıkartılmayan) bir şehir efsanesini tedavülden kaldırmak için çok uğraş verdi Alevi organizasyonları. Siz aslı astarı olmayan bir önyargıyı yıkmak için yıllarca iğneyle kuyu kazın zevzeğin biri çıksın sizin kuyuya kürekle kum atsın. Kim olsa celallenir, tepki koyar.


Bu vesileyle Aleviler’in problemleri bir kez daha yüksek sesle dile getirildi. Şüphesiz basit ama kemikleşmiş problemlerimizi çözmekten, onları çözecek siyaseti ve kurumları oluşturmaktan aciz bir milletiz. Çünkü Aleviler’in en çok şikayetçi olduğu problemler atla deve değil. Kabaca zorunlu din derslerinin kaldırılması ve Cemevleri’nin ibadethane olarak kabul edilmesi. Çözümü basit, iki üç düzenlemeye bakıyor.


Uzun yıllar Türkiye’de inançlı insanlar üzerinde “Dindarlara lafımız yok dincilerle mücadele ediyoruz” tarzı altı boş sloganlara dayanılarak terör estirildi. Özgürlükler kısıtlandı, linç kampanyaları yürütüldü. Haliyle toplumun büyükce bir kesiminde bir tepki bir dışlanmışlık hissi peyda oldu. Toplum ikiye bölündü. Hatta bu ikilik yer yer komediye varan davranışlara sebebiyet verdi.Uluslararası kapitalizme entegre olmuş, düzenle bütünleşmiş, yabancı ortakları olan, hisseleri borsada işlem gören Ülker üzerinden hesaplaşmaya kalktılar. Bir kesim Kola Turka’dan ötesini eve sokmayarak parasının gavurlara/yabancılara gitmesini engellediğine inanırken diğer kesimdekiler hayatlarını Ülker çokoprens ve çikolatalı gofretle mücadeleye adayarak Laik Cumhuriyet’e en büyük hizmeti verdiklerinden emindiler. Bu zıtlaşmaya sebebiyet veren baskıcı ve yasakçı zihniyete tepkili insanlar AKP’yi iktidara taşıdılar. AKP bütün siyasi başarısını inanç özgürlüğü eksenli propagandasına borçlu. Siz isterseniz buna dini siyasete alet etmek deyin değişen bir şey olmaz. Haliyle böyle bir arka plana sahip bir siyasi hareketten benzer sıkıntılar yaşayanlara karşı daha daha duyarlı olmasını bekliyorduk.

Tayyip liderliğindeki AKP iktidardaki sekizinci yılını geride bırakıyor. Bu sürede Aleviler’in problemlerinin çözümüne dair ne yapıldı? Tartışmalı bir çalıştay ve lafta kalan içi boş bir açılım. Devlet 15 yaşındaki ergenlere döndü. Açılacam açılacam diyor fakat icraat yok. Üstüne Cemevi’nin ibadethane kabul edilmesi için yapılan başvurulara verilen bir red cevabı var. Diyanete sormuşlar Cemevi ibadethane değildir demiş. Sahi iktidarın inançlar konusunda en şikayetçi olduğu bana göre de haklı olduğu konu neydi? Başkaları tarafından tanımlanmak. Başı kapalı kızlar istedikleri kadar bunun inançlarının gereği olduğunu söylesin, suyun başını tutanlara göre siyasi simge idi. Ve tartışma bitmiştir siyasi simge yasak başörtüsü de yasaktı. Bu ötekini tanımlama olayına etraflıca değinmek lazım ama kısaca mekanizma şöyle işliyor. Güçe hakim olanlar istediğini istediği gibi tarif ediyor ve kendi tarifini esas alarak yaptırımda bulunuyor ve yaptırım meşru bir zemine oturmuş imajı yaratılıyor. Sen durma seni tanımlayana öyle olmadığını anlat…


Bu uygulamaları demokrasiye aykırı ilan eden iktidar ne yapıyor? Probleminin sistemle değil onu işletenlerle olduğunu ve amacının bu düzene son vermek değil düzenin işletmecisi olmak olduğunu icraatlarıyla defalarca kez ispat ediyor.

Milyonlarca insan Cemevi’ni ibadethane olarak “tanımlıyor” ki sayının pek önemi yok aslında. Buralara giden oraları inşa eden insanlar Cemevi’ni ibadethane olarak görüyor. Fakat hükümet “Diyanet”e dayanarak ibadethane olmadığını kabul ediyor. Kültür merkezi diyelim, şunu diyelim bunu diyelim diyorlar. Afedersinizde kimin ne haddine birilerinin inancını onlara rağmen tarif etmek? Yanlış anlaşılmasın bu tarifte en masum kurum Diyanet’tir. Zira sen diyanete “İslam’da Cemevi ibadethane midir?” diye sorarsan sana tek ibadethanenin Cami olduğunu söyler. Cemevi’nin İslam’daki yeri teolojik bir problem/polemiktir. Muhattapları din bilginleri ilahiyatçılardır. Gel gelelim laik bir ülkede bir kesimin ibadethane olarak gördüğü mekanların İslam’a uygun olma şartı yoktur. Bu İslam dışı kesimler için geçerli olduğu kadar İslam içi guruplar içinde geçerlidir. Haliyle “Cemevi ibadethane midir ?” sorusunun muhatabı Diyanet değil Cemevlerini kullanan milyonlarca Alevi olmalıdır. Zira biz Diyanete “Havra ve Kiliseler ibadethane midir ?” diye sorsak adamlar haklı olarak gene “ Tek ibadethane Cami’dir ” derler. Burada kabahat soruyu Cemevleri’ni kullanan insanlara değil Diyanet’e soran iradededir. Alacağı cevabı bile bile soran iradededir.

Bu resimde tartışılması gereken Cemevlerinin statüsü değil Diyanet’in işlevi gibi duruyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev yetki ve laik bir devletteki pozisyonu nedir? Zaten Cami imamlığınında “meslek ” olması garip geliyor bana. Bu profesyonel meslek dalında istihdam olmanın şartları nedir mesela? “İş”i öğrenmiş, İmam – Hatip mezunu ama inançsız bir insan sınavı filan varsa bunun, yüksek puan aldığında atanmak zorunda değil mi? Zorundaysa, o imamım arkasında namaz kılan cemaate yazık değil mi? Atanmaması gerekiyorsa bu nasıl laiklik, devlet memurunun inancını ne hakla sorgular, sorgulamasını geçtim ne hakla inanmadığı için onu işinden edebilir ya da “inanmak” nasıl olurda bir meslek dalının önşartı haline gelir? Ayrıca bir kamu emekcisi olan imamların greve gitmesi nasıl bir kafa karışıklığına ve kaosa sebebiyet verir bir düşünelim. Ne bileyim, çalışma şartlarından rahatsız olan imamlar en yoğun sezonda iş yavaşlatmaya gidebilirler mi? Razamanda teravih namazları 3 saat sürse halimiz nice olur ? Bunlar benim kafamı kurcalıyor. Türkiye’de yürütülen laiklik tartışmalarının çoğunun suni olduğuna yürekten inanan ben en süt liman mevzu olan Diyanet’in kadrolarıyla beraber ilkesel olarak laikliğe en fazla arıza çıkaran kurum olduğunu düşünüyorum. Kaldırılsın, silinsin,yok edilsin de demiyorum faka tartışılsın. Görev ve yetkilerinin sınırları doğru çizilsin.

Bir de zorunlu din dersi uygulaması var. Hani şu geçen ay referandum sürecinde AKP’nin diline doladığı, topla tüfekle savaş açtığı, kınadığı, hesaplaşmayı vaad ettiği darbenin ürünü olan zorunlu din dersleri. Türkiye’de dini siyasete kelimenin tam anlamıyla alet eden birisi varsa Evren’dir. Yediği haltı halka meşru ve sevimli göstermek için samimiyetten uzak bir stratejik hamle olarak dini diyaneti dilinden düşürmemiştir. Kendi ağzından dinlediğim kadarıyla bu din dersi uygulamasını “Çocuklar iki rekat namaz kılmayı bilmesin mi canım” cümlesiyle açıklıyordu. Sonra kendisiyle çelişip “Zaten din dersi değil din kültürü dersi” cümlesini peşine iliştiriyordu. İşte darbe ürünü bu dersleri zorunlu olmakan çıkarmamak için atmadığı takla kalmadı darbe karşıtı(!) AKP’nin. AİHM kararına rağmen yan çizmeye, içeriğini acık değiştiriverebiliriz belki demeye başladılar. Şunu belirteyim ki temel dini bilgilerin yetkin kişiler tarafından oluşturulmuş müfredat ışığında öğrenilmesinde hiçbir sıkıntı görmüyorum. Hatta bunu şu anki Türkiye şartlarında bir ihtiyaç olarak görüyorum. Böyle bir ihtiyaçı gidermek için din derslerinin talep eden öğrencilere seçmeli olarak okutulması herkesin derdini çözer. Kimse şu an sahip olduğu bir haktan mahrum kalmış olmaz.

Türkiye’de kemikleşmiş bazı inanç sorunlarını çözmek kolay değil. Her ne sebeple olursa olsun yaratılmış bir kuşku ve endişe ortamı var. Bu sorunların giderilmesi için rahatlatılması ikna edilmesi gereken ciddi bir kitle var. Fakat Alevilerin problemleri öyle değil. Çünkü dile getirdikleri iki temel sorunun çözümünde arada çatlak sesler çıksa da toplumsal bazda bir muhalefet asla olmaz. Bu iki değişiklik kimseyi kendi yaşam tarzı konusunda endişeye sevk etmez. Haliyle şu iki basit değişiklik karşısında inatla direnen hükümetin demokratlığı, adeleti, vicdanı naylondur. Öyle sadece kendi ayağınıza basıldığında zıplamak marifet/erdem değildir. Zira bu kabiliyet hayvanlarda bile var.

|
0

Planör

Posted by Trevanian on 00:18 in ,

Geçen gün farkettim İsmail YK'nın bir şarkısının büyük kısmını bildiğin ezbere biliyorum. Ben bu şarkıyı nasıl ezberledim, ne kadar zamandır bu böyle bilmiyorum. Durumun bilincine daha yeni vardım. Her Allah'ın günü onlarca ucube kendilerine sanatçı/yazar/aydın/gazeteci/şair/müzisyen/sinemacı/eleştirmen sıfatlarını atfederek televizyon, radyo ve gazeteler başta olmak üzere türlü kanallar vasıtasıyla gözümüzün, kulağımızın ve beynimizin adeta ırzına geçiyor. O kadar kuvvetli ve çeşitli aygıtları kullanıyorlar ki kapıyı kapatsanız bacadan giriyorlar engel olamıyorsunuz. Ben olamamışım şahşen. Öte yandan bir de, popüler olma, cik cikli ünvanlarla anılma gibi kaygılara yabancı sadece kaliteli ürünler vermeye odaklanmış kaliteli insanlar var. ilk bahsettiğim güruhun koparttığı tantanadan ötürü çok zaman bu güzel insaların eserlerinden haberdar bile olamıyoruz ciddi bir kısmımız. Sessizce üretiyorlar ve pek çoğumuz o eserleri ıskalıyoruz, onlardan mahrum kalıyoruz.


Bu durum sinemada da böyle, müzikte de böyle, edebiyatta da böyle... İsmail YK'nın şarkısını ezbere bilen ben, "sepet sepet yumurta"yı bile aşamamış ama şair olduğunu iddia eden bir kamyon adamı bilen ben Mustafa Akar'ın adını bile duymamıştım birkaç gün önceye kadar. Şimdi ilk fırsatta Küçük Bir Gökada ve Tenezzül adlı kitaplarını edinmenin peşindeyim.

Planör

Sana uçak alamıyorsam Türkiye Ekonomisi kötü gidiyor demektir.

Ama düşün ve unut hemen şimdi, bisiklet ölüme inandırmaz insanı...

Sana uçak almak da istemem, motorların sesindeki aldatır bizi.

Kekeleyen acil iniş çağrısı, kesinkes devrimdir.

Yanlış durakta inmiş iki eski dost olabiliriz

Buysa..Çok güzel...

Odalara sığamazsak kardeşlik ne güne duruyor ?

Ürpermek, ebediyettir kaç buradan.

Şizofreni hırkaları dikiyor mühendisler son hızla.

Giyince unutuyorsun, bende kendimde birşey var sanırdım,

Bişey... Kaset kapaklarını şenlendiren "Sezen" resmi gibi ayıp...

Depresyon fırkası buna inanıyor,

Sonbaharla gelen melankoli üzülmeni istemiyor.

Sana saçlarını tara dersem, rüzgârda atlılar geliyodur.

Ay karanlıkta incecik ve çok acayip, deli olursun...

Benim suskunluğuma katılırsan bununda bir anlamı olur.

Ey! Çocukluğumdan kalma altıpatlarlar,

Ey! Atasözü söyleyen kadınlar birden yaşlanırlar.

Çıkta gel ! Kibirli ve çok kabahatli...

Yalnız yürürken yakışıklı, geberesiye hora tepmek isteyen ben,

Sen benle çıkart şu güzelliğini..Çok fazla…

Çok fazla! Kaldır at saçlarını sevilmek için, çıldırasıya kitap okumak için.

Alabildiğine yeryüzünün kardeşi avuçlarımdaki ter, bakışlarımdaki bozgun.

Sana sevgimi grafikle anlatacağım artık.

Unutulmak için bile üşeniyorum şimdilerde

Dünya resmen normal değil, bana inanma

Ama şuna inan

Aşağıdaki grafiğe bakan olayı anlayacaktır, diyorsa birileri

Tamam, hepimiz delirmişiz

Hepimiz başlığı yanlış okumuşuz demek ki

Pe sayısı, pi sayısı

Lan bana ne deme

Ör sen saçlarını

Uçakları yüksele yüksele

Batan bir dünyaya uzat yine de saçlarını

Eski karizmam yerine gelirse bir bilet alırız tek gidiş

Dönemezsek Türkiye Acıları Ansiklopedisinde bir madde verirler bize.

Biri esmerdi..Şair..

Birinin saçları uzamışta uzamış.

Karma ekonominin baş belası, iki anarşist yaşamış...


- Mustafa Akar-


|
4

KPSS Mağduru On Numara Vatandaş

Posted by Trevanian on 00:32 in ,
Lgs, sbs, öss, kpss derken ciddi sayıda vatandaşın heder olmasına şahitlik ettik hepimiz. Kendine zarar verenler, hastalık sahibi olanlar, psikolojisi bozulanlar , isyan edenler daha neler neler gördük. Fakat ben böylesini hiç görmemiştim ne yalan söyleyeyim.

Omuzları çekip derin bir nefes eşliğinde seri katil ses tonunda "on numara" deyişi, "tabii ya çalıştım gerekeni yaptım" derken ki sakinlik özgüven, "attım hafızaya" esnasında o ceketi çekmeler o agresiflik, "beyin bedava" derken o bilge tavırlar, "baktım karşıma çıktı yaptım, bu kadar" daki o rakibi küçümseme ve giderken muhabirin omzuna "bunlar bizim için mevzu değil" manasında ufak bir dokunuş. Tek kelimeyle mükemmel.



|
0

Neşet Usta

Posted by Trevanian on 01:17 in ,

Muharrem Ertaş'tan Anadolu'nun yetiştirdiği en büyük ozanlardan birisi olarak kabul edilir. Orta Anadolu "Bozlak" geleneğinin en önemli temsilcisi olduğu söylenir. Bir hocadan dinlediğime göre Japonya'dan müzkologlar gelip Muharrem Ertaş'ın müziğini akademik olarak incelemişler zamanında. Neşet Ertaş işte böyle bir babanın oğludur.

Her ne kadar Nil kızımız tanımasa da, TRT türkülerini anons ederken kendisinden "
merhum" diye bahsetse de Neşet Ertaş Türk halk müziğinin bir diğer dev ismidir ve ilerleyen yaşına rağmen hala konser verebilecek kadar sağlıklıdır. Acem Kızı, Zahidem, Ahirim sensin,Gönül dağı, Neredesin sen gibi türkülerinden birisi adını bilmeyenlerin bile kulağına bir yerlerde çalınmıştır.

Neşet Ertaş Kırşehir Abdallarındandır. Bu büyük ustanın Can Dündar tarafından hazırlanmış mütevazi bir belgesel filmi var. Youtube'da olması lazım meraklısı varsa bir göz atabilir. Belgesel çekimleri için doğduğu toprakları ziyaret ediyor Neşet Ertaş. Orada uzun süredir görmediği hemşehrileriyle sohbet ediyor. Belgeseli bitirirken de Abdallardan birisi Usta'nın huzurunda O'nun "Ah Yalan Dünya"sını şahane bir şekilde icra ediyor. Teknik donanım yok, stüdyo yok, orkestra yok. Üstüne üstlük Neşet Ertaş'ın önünde çalmanın baskısı var. Bu şartlarda böyle yalın ve içten bir performans takdire şayan. Bu meziyet genlerinde var demek ki.


|
0

Çakırcalı Efe

Posted by Trevanian on 20:47 in
Osmanlı, yegane üretim aracı toprak olan tipik bir tarım imparatorluğuydu. Toprak üzerindeki tüm mülkiyet hakkı padişaha aitti. Her aileye kendini geçindirecek ve devlete vergisini ödeyebilecek kadar toprak veriliyordu. Bu toprağın büyüklüğü, verime ve ailenin durumuna göre değişiyordu. Çok uzun seneler imparatorluğu taşıyan bu tımar sisteminin devletin zirve yaptığı Kanuni döneminde altı oyulmaya başladı. Sıcak paraya ihtiyacı olan devlet iltizam yöntemini getirdi. Devlet ileride toplayacağı vergileri peşin aldığı para karşılığında kişilere devrediyordu.


Alemdar Mustafa Paşa

Merkezi otoritenin zayıfladığı ve mültezimlerin giderek güçlendiği bir süreç sonunda Sened-i İttifak imzalandı. Âyanlarla imzalanan Senedi İttifak çokları tarafından Osmanlı'nın Magna Carta'sı denilerek özgürlükler ve ilerleme çerçevesinde ele alınır. Aslında bu anlaşma, fiili olarak çok büyük arazilerin kontrolünü ellerinde tutan, sayısı onbinlerle ifade edilen silahlı adam sahibi âyanların, toprak üzerinde mutlak mülkiyet sahibi olan padişahla giriştiği iktidar mücadelesinde zafere doğru atılmış önemli bir adımdır. Sened-i İttifakla eşrafın toprak üzerindeki fiili varlığı tanınmıştır. Bunun yanında Padişah II. Mahmud bir takım politik ve ekonomik yetkilerini âyan sınıfı ile paylaşmak durumunda kalmıştır. Bu sözleşmenin mimarı da Rusçuk Âyanı olan Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'dır.

Senedi İttifak'la topraklar üzerindeki fiili işgalini saraya kabul ettiren eşraf bununla yetinmek istemez. Her ne kadar üretimin kontrolünü ele alsalar da mülkiyet hukuki olarak hala padişahın elindeydi. Padişah ters düştüğü eşrafın mülkünü müsadere etme hakkına sahipti. Bu riski de ortadan kaldırmak lazım geliyordu. Bir başka âyan-bürokrat işbirliği devreye girdi. Osmanlı'nın en tartışmalı vezirlerinden Sadrazam Mustafa Reşit Paşa modernleşme, Batı'ya entegre olma adına hazırladığı, Tanzimat Fermanı olarak da bildiğimiz o meşhur Gülhane Hatt-ı Hümayunu'na "mal ve can güvenliğinin sağlanması" maddesini de sıkıştırdı. Böylece kulağa hoş gelen laflar eşliğinde padişahın müsadere hakkı kaldırıldı ve özel mülkiyete geçişte önemli bir kavşak geçilmiş oldu. Takip eden yıllarda yapılan düzenlemelerle özel mülkiyet edinmenin önünde hiçbir engel kalmadı. Yüzyıllara yayılan bir süreçte ilk olarak köylünün işlediği toprağın vergisi ağalar tarafından toplanır oldu. Akabinde toprağın fiili hakları ve kontrolü ağaların eline geçti. Son olarak da Gülhane Hatt-ı Hümayunu'yla fiili olarak sahiplendikleri bu toprakları hukuki olarak da mülklerine geçirmiş oldular. Âyan-bürokrat işbirliği uzun süren bir mücadelenin sonunda üretim araçlarının mülkiyetini ele geçirdiler. Bu sürecin tamamlanması 19. yüzyılın ortalarına denk gelir.

Toprak üzerindeki hakimiyetini her açıdan sağlamlaştıran eşraf köylü üzerindeki baskısını iyiden iyiye artırır. Kamu güçleride sıklıkla bu zulme göz yumar, yer yer ortak olur. İşte bu baskı ve haksızlık ortamında isyan bayrağını açan bazı köylüler çifti çubuğu bozup dağa çıkarlar. Bu şakilere Batı Anadolu'da Efe diyoruz biz. Bu çeçeveden bakıldığında efeliğin en yaygın olduğu dönemin 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk çeyreği olmasının tesadüfi olmadığı anlaşılır.

Efe çetenin başıdır. Efenin emrindekilere kızan denir, zeybek denir, yaren denir yerine göre.Kanundan kaçan, askerden kaçan, hasmından kaçan, mağdur olup intikam peşinde koşan soluğu bu efelerin yanında alırmış zamanında. Cesurlukları kadar gaddarlıklarıyla da bilinen efelerin halktan neden yüksek derecede saygı ve hürmet gördüğünü anlamak için dönem şartlarını da göz önünde bulundurmak faydalıdır.

Astığı astık kestiği kestik ağalar karşısında ezilen, devlette sesini duyuramayan, duyursada karşılık göremeyen reayanın hakkını hukukunu kollayan bir tek efeler kalır. Halka eziyet eden bir ağanın evini basıp haddini bildirklerine dair hikayeler muhtemelen abartılarak dilden dile yayılır.


Diğer toprak sahipleriyle yaşanan arazi münakaşalarında yanına güçlü bir eşkiya alanın eli kuvvetlenir olur. Bu sebepten ağalar sık sık dağa çıkmış adamı kendine yakın tutmak için onlara para akıtırlar. Fakat Toprak ağalarının dümen suyuna girenler, fakir halkın elindeki üç kuruşa el uzatanlar, kadınların kızların namusuna ilişenler bir şekilde silinip giderler. Hayatta kalan daha mühimi akıllarda kalan, türkülerde yaşayan, adı bugüne ulaşan efelerden olamamışlardır bunlar.

Fakir fukaranın hakkını gözeten, ağalardan gasp ettikleri parayla gençleri evlendiren, başkasının hakkına el koyanı, namusuna ilişeni çok zaman acımasızca cezalandıran, mertlikleriyle düşmanlarının bile saygısını kazanan efelerse işledikleri onca cinayete ve suça rağmen halkın sevgisini kazanmışlardır. Bir döneme damgasına vuran bu efelerin belki de en meşhuru Çakırcalı Mehmet Efe'dir.



Çakırcalı Efe kitabında bir devre damgasını vuran Çakırcalı Mehmet Efe'nin hayat hikayesi anlatılıyor usta romancı Yaşar Kemal tarafından. Gazetecilik yıllarında başlayan ilgisi üzerine yaptığı araştırmalara, edindiği belglere ve o dönemi yaşamış, olayların bir parçası olmuş insanlarla yaptığı konuşmalara danayarak yazmış romanı.

Çakırcalı Mehmet Efe İzmir'in Ödemiş ilçesinin bir köyünde , aftan yararlanarak düze inmiş eski bir efe olan Çakırcalı Ahmet'in oğlu olarak dünyaya geliyor. Daha çocuk yaştayken babası aynı zamanda arkadaşı olan Hasan Çavuş tarafından hileyle öldürülüyor. Mehmet belli bir yaşa geldiğinde babasının eski dostu Hacı Eşkıya'dan at binmesini silah atmasını öğreniyor. Bir başka baba dostu Hacı Mustafa'da O'na çok yardım ediyor. Mehmet'in intikam peşine koşmasından korkan Hasan Çavuş Mehmet'in icabına bakmtanın yollarını arıyor. Üzerine faili meçhul bir suç yıkıp hapse tıkmaya çalışıyor. Böylece Çakırcalı Mehmet dağa çıkmak durumunda kalıyor. Önce babasının eski dostlarından dağı taşı, işin inceliklerini öğreniyor. Efeliğe başlayan Çakırcalı Mehmet çabukluğu, kıvrak zekası ve silah kullanmaktaki marifetiyle kısa sürede büyük nam salıyor. Daha ilk eyleminde kimsenin dokunamadığı bir ağanın evine gece baskını yapıp ondan aldığı 200 altınla girdiği ilk köyde evlenememiş kızlarla erkeklere pay eder, paralarını kaybetmenin öfkesiyle üzerine gelecek olan eşrafa karşı halkı yanına çekmesini iyi becerir. Takip eden süreçte Efe su gibi kan akıtır, dağlarda kendi adını kullanarak halka eziyet edenleri yakalayıp diri diri yakar, topladığı tüm parayı köylüye dağıttığından her ev kendi evi her köy kendi köyü gibidir. Dağlarda yörükler bir dediğini iki etmezler. Efe'yi takibe düşen Hasan Çavuş'u bir pusuda alt eder ve babasının intikamını almış olur.

İlerleyen zamanda git gide güçlenen Efe Osmanlı'nın başına bela olmuştur. Kim bir haksızlığa uğrasa soluğu Efe'nin yanında alır. Malı mülkü yağma olan, köylüye diş geçiremeyen, Efe'nin zoruyla köprü yaptıran, toprak dağıtan eşraf durumdan iyiden iyiye rahatsız olmuş ve memnuniyetsizliğini yüksek makamlara iletmiştir. Üzerine saldıkları herkesin hakkından gelen Çarkıcalı ile uzlaşmaya karar verir İzmir Valisi. Efe düze inmeye dünden razıdır. İstemeyerek itildiği eşkıyalıkta babasının intikamını da almıştır zaten. Padişah fermanıyla af ister. Silahını bırakmama, kızanlarını dağıtmama şartı koşar. II. Abdülhamit'ten ferman gelir. Efe düze iner. Düzde rahat bırakmazlar tekrar dağa çıkmak zorunda kalır. Bu böyle birkaç defa devam eder. Osmanlı af önerir Efe her seferinde daha ağır şartlar öne sürer sonra tekrar dağın yolunu tutmaya itilir. Çakırcalı yaklaşık 16 yılı bulan efeliğinde İzmir, Aydın, Manisa'dan Konya'ya kadar geniş bir bölgede hüküm sürer. Ağalarla, zaptiyelerle, kendiyle rekabet eden başka efelerle, öldürdüğü insanların akrabalarından oluşan çetelerle mücadele eder. 16 sene boyunca Osmanlı'nın en seçkin subaylarının başedemediği bu eşkıyanın ünü yurt dışında bile almış yürümüştür. Sadece yanındaki 5-10 kızanıyla dolaşan Efe 4bin-5bin zaptiyeyle kuşaltıdığı zamanlarda bile ağır kayıplar verdirerek çemberi yarıp kurtulmasını bilmiştir. Efe'yi alt edemedikleri için bakanlar, valiler değişir. Balkanlarda çetecilere karşı büyük zaferler kazanan komutanlar Çakırcalı'yla giriştikleri mücadelede halka saraya rezil olup pes ederler.



Yaşar Kemal romanda Çakırcalı Mehmet'in başından geçen olayları, evliliklerini, ikili ilişkilerini, taktiklerini, kişiliğini ve kişiliğinin geçirdiği evrimi detaylı şekilde hikaye etmiş. Bunu yaparken her zaman ki gibi çok zengin bir dil kullanmış. Roman eski bir eşkıyanın akıllara durgunlık veren hikayesini anlatmanın yanında dönemin sosyal yapısı, toplumun takabaları arasındaki illişkileri, bölgenin dağı taşı, kasabaları, ileri gelenleri hatta kılık kıyafeti ve etnik yapısı hakkında da fikir veriyor.

Bugün hepimizin bildiği İzmir'in Kavaklar'ı türküsü de Çakırcalı Efe'ye yakılmıştır. Bahsi geçen Çakıcı, Çakırcalı efe oluyor. Ben en çok Tolga Çandar'dan dinlemeyi severim.

http://fizy.com/s/1eltuy

Haydin selametle...

|
1

Gazetecilik ciddi bir iş(midir?)tir

Posted by Trevanian on 13:20 in , , , ,


Gazetecilerin dilinden mesleğin ciddiyetine ve önemine dair laflar eksik olmaz. Bu sözlerin hakkını verircesine, televizyonlarda asık surakları ve öfkeli ses tonlarıyla hararetli harertli tartışırlar. Basının yandaş ve karşıt olarak kutuplaştığı şu günlerde çalık ve doğan grubunun güçlü gazetelerinin köşe yazarlarına bir baksak referandum tartışması üzerinden birbirlerine nasıl yüklendiklerini görürüz.

Medyayla gazeteyle yukarıdaki erotik dergi kapağının ne alakası var , bu ne ciddiyetsizlik! demeyin. Oraya geliyorum ben de zaten.

Yukardaki dergi "Penthouse", 90lı yıllarda Türkiye'de satılan erotik bir yayın. Bulabildiğim en edepli kapakları yukardaki. Bu dergiyi kimler çıkartmıştır diye bana sorsalar, böyle etliye sütüye pek bulaşmayan, hayatı kafasına göre yaşayan Şahin K modelinde, belki O'ndan biraz daha çağdaş insanlar derdim. Demek ki fazla önyargılı olmamak lazımmış.

Bu müstesna derginin tepe kadrosuna bir göz atınca insanın ağzı açık kalıyor. Genel yayın yönetmeni Mehmet Yakup Yılmaz.Yazı işleri müdürü Emre Aköz. Yazarlara göz attığımızda Hıncal Uluç, İsmet Berkan isimleri dikkat çekiyor.

Mehmet Y. Yılmaz Radikal ve Millyet'in genel yayın yönetmenliğini yapmış halen de Hurriyet'de köşe yazan ( futbol konusunda da saçmalama kabiliyetine sahip) Doğan medyasının altın(!) çocuğu. İsmet Berkan Radikal'de genel yayın yönetmenliği de yapmış bir başka köşe yazanı. Emre Aköz Sabah Gazetesi'nin pek kıymetli, hükümet aşığı agresif liberal köşe yazanı. Mehmet Yakup'la ikisi ayrı dünyaların insanları olmuşlar artık, köşelerinden birbirlerine giydirmişlikleri bile var. Bunların içinde beni şaşırtmayan bir isim varsa O da Hıncal Uluç'tur. Bundan eksik kalsa şaşırdım yani.

Hıncalı bir köşeye koyarsak gün aşırı referandum, rejim, hükümet, siyaset kavgaları yapan adamların ettiğine bak. Bir olup erotik dergi çıkaran bu tayfanın arşivini (Yazı arşivi yanlış anlaşılmasın) üşenmeyip kurcalasak onlarca "kadın istirmarı yapılıyor, kadınları cinsel obje olarak görüyorlar, kadın metalaştırıldı azizim" temalı köşe yazına rastlayacağımıza eminim. Türkiye'deki köşe yazarlarının hali budur. Bir de kendi köşelerinde kendilerinden aydın diye bahseder bunlar. "Biz aydınlar.." diye başlarlar lafa.

Gazetelerin arka sayfa güzelleri ve internet sitelerindeki "
Alkolü fazla kaçırdı, Plajda sere serpe yakalandı" galerileri daha bir anlam kazandı gözümde. Neticede genel yayın yönetmenleri bile bu sektörün mutfağında yetişmiş insanlar. Asıl o fotoğrafları koymasalar ayıp olurmuş.

Emre Aköz o mutlu yılları bakın nasıl tatlı tatlı anlatıyor köşesinde. Buradan okuyabilirsiniz.

|
3

Güle Güle Sokrates

Posted by Trevanian on 07:09 in

İsa'dan 400, bugünden 2400 yıl önce Atinalı Sokrates idama mahkum edildi. Suçu sabitti. Çok soru soruyordu. Herşeyi sorguluyor, gençlerin kafasını bulandırıyordu. Sofistlerin aksine öğrettiklerinin karşılığında para da almıyordu. Sokrates kısmi bir demokrasinin hüküm sürdüğü kadim Yunan'da çıktığı mahkemede kendine yöneltilen suçlamaların hepsine bir bir cevap vermiş olmasına rağmen oy çokluğuyla ölüme mahkum edildi. Bu kararda tavizsiz duruşu, fikirlerine sahip çıkışı, af dilememesi etkili olmuştu. Ölmeden önce bir miktar tutuklu kaldığı hapishaneden kaçma şansı varken bunu değerlendirmemişti. Kaçak bir hükümlü olarak değil de haksızlığa uğramış ama dik durmuş bir filozof olarak akıllarda kalmak istemişti şüphesiz. Bu yaşlı adam arkasında bir satır yazı bırakmamıştır. Biz O'nun hikayesini, diyaloglarını ve meşhur savunmasını Platon'dan öğreniyoruz. Ve üzerinden 2400 yıl geçmesine rağmen, Sokrates'in fikirleri ve bilgeliği bize hala birşeyler anlatırken O'nu haksız bir ölüme mahkum edenlerin adını anan, kim olduklarını bilen bile yok.

Bizim de vardı böyle bir Sokrates'imiz. Uğur Mumcu'ydu adı. Çeşitli kanallardan bize sunulan doğruları, pompalanan bilgileri sorgusuz sualsiz kabul etmeyip, kuşku duyduklarının üzerine gitmek ihtiyacı hissetti. Tehditlere boyun eğmeyip kirli ilişkileri inatla sorguladı. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki dünya görüşü gayet net olan Mumcu bugünkülerin aksine gazeteciliğini kendi ideolojisinin hizmetine tahsis etmemiştir. Yani sadece kendi görüşüne hizmet edecek sıkandalların, yolsuzlukların, pis ilişkilerin peşinde değildir. Saf ve samimi bir şekilde gerçeğin, doğrunun peşindedir ve o doğrunun ucu kendi devletinin kurumlarına dokunacak olsa bile farketmez. Uğur Mumcu'yu 90ların başında hain bir suikastle kaybettik. Cinayetin arkasındaki güçler hala netleşmiş değil. Sık sık suikast birilerine ihale edildi. İlerici olduğu için İran öldürdü diyen oldu. Ben hatırlıyorum Refah partili bir vekil cinayet günü yurda Mossad ajanlarının giriş yaptığına dair MİT belgesi sundu basına. Bugünlerde işi Ergenekon'a bağlayanlar var. Mumcu'nun neden öldürüldüğünü arka plana atıp tetikçiliği İran yapmıştır, İsrail yapmıştır, Kontrgerilla yapmıştır, Ergenekon yapmıştır demek ne kadar sağlıklıdır bilmiyorum. Sayısız arı kovanına çomak sokan bir gazetecinin bu sefer kimi rahatsız ettiğinin çözülmesi lazım öncelikle. Bunun aydınlatılmasının tetikçiliği hangi örgütün/kurumun/devletin yaptığından daha önemli olduğunu düşünenlerdenim. Öldürülmeden önce uğraştığı son konunun MİT ve PKK ilişkisi, kayıp silahlar konusu olduğunu öğreniyoruz. Cumhuriyet'teki son yazılarında elinde belgeler olduğundan bahsediyor ve o konunun üzerine gidemeden hayata gözlerini yumuyor. Üzerinden 17 yıl geçmesine rağmen Uğur Mumcu bugün hala unutulmamıştır. Gazetecilik ve aydın olmak konusunda çıtayı çok yükseklere koymuştur. İktidarları (sadece hükümetler değil her türlüsü) boş hamasi laflarla değil titizlikle ve cesurca yazılmış yazılarla, belgelerle sıkıştırmıştır. Bugün sokağı bile bilmeden milyon dolarlık evlerinden laf ebeliği yaparak kendine gazeteciyim diyenleri adam yerine koymamamızın sebebi O'dur.

Yunanistan Uğur Mumcu'sunu kaybetti evvelki gün. 37 yaşındaki gazeteci Socratis Giolias evinin önünde uğradığı silahlı saldırıyla hayata gözlerini yumdu. Polis kılığında evine gelen 2 kişi "Arabanız çalınıyor" diyerek dışarı çıkartıyor ve üzerine 20 kurşun sıkıyorlar. Katiller çaldıkları arabayla uzaklaşıp birkaç kilometre uzakta arabayı ateşe verip kayıplara karışıyorlar. Cinayetin ihalesi 2008 de Yunan Polisi tarafından öldürülen 15 yaşındaki Alexsandros Grigoropoulos'un arkasından eylemlere başlayan SEKTA aldı terör örgütünün üzerine kalmış gibi görünüyor. Silahlardan birisi daha önce SEKTA'nın işlediği bir cinayette kullanılmış. Aryıca bir televizyon kanalına can kaybının olmadığı bombalı bir saldırı yapmışlar. Ardından bir açıklama yapmışlar "Gazeteciler bu sefer biz sizin kapınıza geldik bir dahaki sefere siz bizi evinizde bulacaksınız" diye. Balistik incelemeyi ve bu açıklamayı üst üste koyunca durum gayet net gibi görünüyor. Fakat işin altını azıcık kazıyınca olayın o kadar basit olmadığını apaçık görüyoruz.

Sokratis Giolias kimdir ona baktım kısa bir internet araştırmasıyla. Giolias Yunanistan'da çok meşhur bir gazeteciymiş. “Thema 9.89” adlı ulusal radyonun yönetciliğini yapıyormuş. Ülkedeki ününü ise skandalların ve kirli ilişkilerin üzerine giderek kazanmış. Ve elde ettiği her türlü belgeyi, araştırmaya değer gördüğü her türlü ilişkiyi kendisinin oluşturduğu "Troktiko" adlı haber blogu sayesinde kamuoyuyla paylaşıyormuş (En alta koydum blogun bağlantısını). Giolias yaptığı haberlerle başta mafya olmak üzere çok kesimi rahatsız etmiş ve sürekli tehdit alıyormuş. Halihazırda 10 dan fazla saldırıya uğramış. Bunların şiddeti ne boyuttaydı bilmiyorum. Fakat öyle etliye sütlüye karışmayan, köşesinde içtiği şarapları anlatan tarzda bir gazeteci olmadığı açık.

Kendi ülkemizden örneklendirerek başlayalım. Terör örgütlerinin türlü çeşit kurum/devlet/şirket/örgüt ile kirli bağlantılarının olması sık rastlanan bir durumdur. Bu bağ genelde aldıkları desteğe karşılık onların pis işlerini yapmak şeklinde kendini gösterir. PKK'nın Mossad'la, Cia ile ilişkilerini hala sır sanan var mıdır merak ediyorum. Keza ABD Pejak'a destek verdiklerini gayri resmi ağızlardan dile getirmekte bir sakınca görmüyor. İran'ı sıkıştırmak için iyi bir enstrüman olduğunu dile getiriyorlar açık açık. Veya Özdemir Sabancı suikastini gerçekleştiren dhkp-c'nin ve Fehriye Erdal'ın bunu sırf örgüt iradesiyle ve sadece ideolojik motivasyonlarla işlediğine hala inanan varsa tatlı uykusuna devam etsin. Bu örgütler boğazlarına kadar çamura battıklarından leke kaldırırlar. O yüzden yeri gelir bizzat tetikçilik yaparlar, yeri gelir işlemedikleri cinayeti üstlenirler hatta yeri gelir başkasının işlediği cinayet bunlara ihale edilir ve ne kadar biz yapmadık deseler de kimseyi inandıramazlar. Bunlar sık rastlanan durumlardır. Lafı şuraya getirmek istiyorum. Cinayetin üstüne kaldığı SETKA şu ana kadar olayı üstlenmedi. Varsayalım üstlenmiş olsun, bu cinayetin ideolojik bir saldırı olduğu anlamına gelmez yukardaki örneklerden anlaşılacağı üzere. Yani tetikçiliğini kimin yaptığının çözülmesi ölüm fermanını kimlerin imzaladığını açıklamaya yetmez. Peki kimler öldürmek isterdi Giolias'ı?

Yunanistan'da büyük sükse yapan bloguna bakmak fikir verebilir sanırım. Blog Yunanca yazılmış ama Google Translate yardımıyla yapılan İngilizce çeviri mükemmel değil ama neyin ne olduğunu açıklıkla anlayacak kadar sağlıklı. Blog'un bizzat üzerinde "Translate" eklentisi zaten mevcut.

Blogun mottosu "Burdaki hiçbir şey rastgele yazılmamıştır- hicivle karışık bilgi ve haysiyet" şeklinde. Böylece habercilik anlayışı ve ilkeleri net şekilde ortaya konmuş. Cinayetten sonra, sanırım yakınları tarafından, çokça yazılar eklenmiş fakat birkaç sayfa geriye gittiğimizde Giolias'ın kendi yazılarına rastlamaya başlıyoruz. Çok cesur haberler var. Güclü siyasilerin yakınlarına yapılan kıyaklar, yolsuzluklar, haksız kazançlar işlenmiş. Daha da ileri gidip skandallara karışanlar isim isim listelenmiş ve şirket/aile bağları afişe edilmiş. Bloguna son yolladığı post aşağıda buyrun




"Yarın güvenlik güçleriyle (Burada kastedilen Polis) işadamlarının ilişkilerini göreceğiz" diyor. "Delil ve fotoğraflarla birlikte". Görebilmişler mi, bahsettiği haberler cinayetten sonra yapılmış mı bilmiyorum. Fakat ne kadar benzer değil mi Uğur Mumcu suikastiyle. Mumcu'dan sonra O'nun kadar cesur, zeki, bilgili, araştırmacı gazeteci daha gelmedi Türkiye'ye. Gazeteci dediklerimizin bizim gibi internet köşelerinde boş muhabbet yapan bloggerlardan biçim olarak pek bir farkı kalmadı. Socratis Giolias da tıpkı Mumcu gibi başka bir damarın temsilcisiymiş Yunanistan'da. Ben şu ana kadar ulaştığım bilgiyle buna kanaat getiriyorum.


2400 sene önce önüne atılanla yetinmeyip, sorgulayan/sorgulatan Atinalı bilge Sokrates'e benzesin diye Sokratis ismini verdi oğluna belki de Giolias'ın babası. Belki de hemşehrisi ve adaşı Sokrates'den feyz alıp karanlık ilişkileri sorguladı Socratis Giolias, kim bilir? 2400 sene önce ilkel bir demokrasinin hüküm sürdüğü Atina'da egemenler iktidarlarını rahatsız ettiği için bilge Sokrates'i öldürdüler, bugün ise modern demokrasinin ileri olduğu ülkelerden birisi olan Yunanistan'da egemenler çarklarına çomak sokan gazeteci Sokrates'i öldürdüler. İnsanlık ne kadar ilerlerse ilerlesin, bazı durumlar üzerinden 2000 yıl geçse bile aynı saflıkta tekerrür edebiliyor.

Bir de yanıbaşımızda, sürekli temas halinde olduğumuz Yunanistan'da işlenen bu cinayetin "Yasadışı sol örgüt Yunan gazeteci'yi kurşunladı" sığlığında geçiştirilmesini yadırgıyorum. Bir kere ölen meslektaşınız.Ayrıca basında o kadar Yunanistan'la içli dışı insan var. Bu cinayetin önü var, arkası var, Türkiye'deki bazı olaylarla benzerlikleri var... Yani bal gibi haber değeri var. Tamam Şahan'ın Berrak'ı balkonda sıkıştırması kadar anahaberlerde yer bulmasın, üzerine köşe yazısı yazılmasın. Elbetteki o derece ehemmiyetli bir durum yok. Ve fakat şöyle iliki ilişkilerinizi, Yunan dilini bilme avantajınızı, habercilik bağlantılarınızı kullanarak bize çok değil 3-4 tane doyurucu haber, köşe yazısı, inceleme sunsanız da bizde faydalansak fena mı olur canlarım ciğerlerim ? Tamam balkonda sevişenler kadar değeri yok da Lindsay Lohan'ın, Paris Hilton'ın frikikleri kadar da mı haber değeri yok?

Giolias'ın Blog Sayfası

|
10

Halk Arabeske Akın Etti Vatandaş Bach Dinleyemiyor

Posted by Trevanian on 00:48 in



Klasik bir Türk filmi izliyoruz gene. Zengin kıza aşık olan fakir oğlan sosyal sınıfından ailesinden utanır. Akabinde arkadaşını şöförü, kardeşini hizmetçisi, komşusunu bahçivanı rolüne sokarak kızla denk olmaya, O'na layık olmaya çalışır. Fazıl Say ve eşrafında o fakir oğlanın isyanını görüyorum ben.

Orta direğinin akşam eve geldiğinde Sting eşliğinde şarabını yudumlayarak yorgunluğunu attığı, kırosunun ve ergeninin Lady Gaga, Britney Spears takıldığı, isyankarının kendini punka, rocka, metale verdiği çağdaş ve Batılı değerlerle barışık bir toplum olamadığımız için utanıyor, utanıyor, utanıyor... Viyana, Paris, Londra'da iştirak ettiği burjuva sohbetlerinde bunun ezikliğini ve baskını hep üzerinde hissediyor. Birgün "
sizin orlarda İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay diye Arap müziğine benzer müzik yapan insanlar çok popülermiş doğru mu?" sorusuna muhattap olmaktan aklı gidiyor. Öyle olmayalım, O'nu utandırmayalım istiyor.



Mesele arabeskin müzikal kalitesi değil. Mesele bu kültürün topluma vermiş olduğu/verdiği/verebileceği tahribata dikkat çekmek de değil. Çünkü kaygısı/tepkisi bu minvalde olanların kullandığı dil ve takındığı tavır kendini hemen belli eder. Zamanın çok hızlı aktığı ve her ürünün hızla tüketilip buruşturularak tarih çöplüğüne yollandığı şu çağda, toplum hafızamızda yer eden ve hiçbir kesim tarafından organize tepki almayan kült bir film değil midir Gani Müjde'nin Arabesk'i ? Neredeyse arabesk kültürünün zirve yaptığı, albümlerin milyonlar sattığı bir dönemde arabeskle isim vererek dalga geçen Arabesk neden bu kadar kolay karşılık buldu toplumda? Cevap niyette ve samimiyette saklıdır. Saygillerin meselesi bambaşkadır ve toplum garip bir şekilde bunu hemen sezer. Saygillerin bu agresifliğin sebebi bir parçası olmak istedikleri kültürün onayını almamış aksine adını bile Doğulu Araplardan alan bu kültürün donelerini taşımasıdır. Yoksa bu kültürün doğusu, karşılık buluşu ve yükselişi, bunların sosyo-ekonomik arka planı umurlarında değildir.

Arabesk kültürün belkemiği, taşıyıcı kolonu olan müzik ilk olarak Cumhuriyet'in erken dönemlerinde konulan Alaturka müzik yasağına dayandırılıyor. Söylenene göre radyolarda Türk müziği yasaklanınca halk Arap ülkelerinin radyolarını dinleyeme başlamış. Arap ezgileri ilk olarak böyle taban bulmuş ülkede. Akabinde özellikle Mısır'dan gelen filmler bu ilgiyi pekiştirmiş ve yerli müzisyenler bu ezgilerin üzerine Türkçe sözler yazmaya başlamışlar. Arabeskin yolu böyle açılmış işte.

Kahir ekseriyetimiz mürebbiyelerle büyüyüp, 6 yaşımızda piyano ve resim dersleri almaya başlayıp takip eden yıllarda yetenekli olduğumuz bir alanda iyi bir eğitimden geçip sevdiğimiz işi yapan bireyler olsaydık arabesk kültürü bu kadar palazlanıp, yaygınlaşamazdı herhalde. Fakat hayat ülkenin geneline bu kadar cömert olmadı. Ekonomik nedenlerle şehirlerde şansını denemek için göçen/göçmek zorunda kalan insanlara, Doğu'dan Örgüt ve Devlet teröründen kaçmak zorunda kalan ve köyleri boşaltılan köylüler (bir hayat standardını yakalamak için değil en azından hayatta kalabilmek için şehirlere göç edenler) eklenince şehirlerdeki sosyal yapı alt üst oldu. Tamemen insani bir içgüdüyle hayatta kalmak için şehre göçen bu işsiz güçsüz/ evsiz barksız/ umutsuz/ bıkkın milyonlardan ne bekliyordunuz afedersiniz? İşinden gelince bahçesinde köpeğiyle oynayıp günün yorgunluğunu klasik müzik dinleyerek atmalarını mı? Yorgun dönecek bir işleri, bahçeyi köpeği geçtim başlarını sokacakları bir evleri bile yoktu çoğu zaman ki nerde kaldı klasik müzik. Onlar teselliyi bir nebze olsun Orhan Gencebay'ın bir teselli verinde buldular demekki, hoşlandıkları kızlardan ilgi görmemelerinin sıkıntısını Müslümle, Tatlısesle dağıtmaya çalıştılar belki. Başka alternatifleri mi vardı sanki?


Şimdi utanıyorum, utanıyorum, utanıyoooroouum diye inleyenler ilk zamanlarda bu insanlarla aynı şehri paylaşmaktan utanıyorlardı. Onların iş gücünü, toprağını, emeğini sömürerek semirenler bir yandan da onlarla bir tutulmak istemezlerdi. İroniktir, çağdaşlık, medeniyet, demokrasi, özgürlük, eşitlik, eğitim laflarını süslü cümlelerinin içinde geçirmeye bayılanlarda gene bunlardır. Eğitimsizlikten dem vururlar hep. Fakat eğitim, hele yüksek eğitim genelde kendilerinin erişebildiği bir miktar pahalı bir hizmettir. Zamanla bu ayrıcalığı kendi zümrelerine özgü bir hak gibi algılamaya başlamaları bundandır. Eğitim eğitim deyu inilerken aklımızda şiddet/terör/geri kalmışlık gibi imgelerle yer etmiş bir ilimiz olan Bingöl'ün ÖSS'de (Yeni adı neyse artık) çok çok başarılı olması birden rahatsız eder bir kesimi nedense. Bir takdir bir tebrik yollayacaklarına hemen "Soruları çalmışlardır" yaftaları yapıştırılır. Daha bugün okudum bir gazetede. Valisi, öğretmenleri, öğrencileri, velileri, halkı, zengini bir olmuş bir emek vermişler. Çocukları motive etmek için yapmadıkları kalmamış. Marifet iltifata tabidir derler. Bu insanları onore edip başka yerlere örnek göstereceğimize "Soruları çalmışlardır" çiğliğiyle açıklamaya kalkıyoruz başarıyı. Neden? Çünkü onlar zaten seçkin insanlar değiller(!), çağdaşların döktüğü kalıba girmemişler, üstelik bir de kısmen fakirler . Böyle bir ortamda onların ne haddine kitlesel bir başarı. Olamaz öyle şey çalmışlardır. Bize benzemeden bizim koyduğumuz modeli takip etmeden bizim dayattığımız yaşam tarzını benimsemeden böyle başarı gelemez. Demek ki çaldılar.

Medeni olmanın bile değil insan olmanın ilk adımı farklı yaşam tarzlarının/dillerin/inançların varlığına (hadi saygı duymayı geçtim) tahammül gösterebilmekten geçer. Bunu bile beceremeyen bir organizmanın medeniyetten söz etmesi en hafif tabirle komiktir. Bizim ilerilikte sancağı kimseye bırakmayan Saygillerimiz önce bu kesimleri fiziki ve mental baskıyla kendilerine benzetmeye çalışmışlar beceremedikleri ölçüde ilkin agresifleşmişler akabinde inkar ve dışlamaya gitmişlerdir. "Halk plajlara akın etti vatandaş denize giremiyor" diyen FahrettinKerim Gökay'ında, herhangi bir çobandan daha zeki olmadığını defaatle ispatladığı halde "Dağdaki çobanla benim oyum niye bir olsun?" diyen Aysun Kayacı'nın ve "utanıyorum utanıyorum utanıyorum" diye çıkışan Fazıl Say'ın "Bitlis'de kesin soruları çalmışlardır" diyen sosyal tespit insanının tepkilerini bu çerçevede ele almak sanırım daha sağlıklı olacaktır. Onlar "Halk"ın, çobanın, arabeskçinin sorunlarıyla, açlığıyla, tokluğuyla, işkencelerle, yerinden yurdundan sürülmeleriyle ne bileyim 20 yaşında delikanlıların pusularda mayınlarda can vermeleriyle ilgilenmezler. Bizden sadece onlara layık olmamızı, batılı burjuvalarla olan münasebetlerinde onları utandırmamamızı beklerler. Daha çok beklerler efendim daha çok...

|
4

Bu da böyle bir yazı işte

Posted by Trevanian on 10:20 in , ,
Son birkaç haftada hayatımda üst üste gelen yer yer sinir bozan ve ciddi mesaimi alan birtakım gelişmeler oldu. Neyseki olumlu sonuçlandılar hep. Öte yandan her ne kadar TRT tarafından bir miktar piç edilse de futbolseveri güne salak bir mutlulukla başlatan ve 24 saat birşeyleri beklemenin heyecanını yaşatan bir dünya kupası yaşadık. Turnuvanın başından beri en heyecanlı müsabakaların popülaritesi görece az olan takımların maçlarından çıkması da sanki bize efendi olun, maç seçmeyin der gibiydi. İşte böyle maç kaçırmama çabası derken internete ayıracak zaman pek kalmadı. Kalanıda e- posta kontrol edip, ekserisi futbol ağırlıklı olmak üzere site/blog/gazete okumakla geçti. Haliyle iki satır karalamayalı bir ayı bulmuş. Bahaneyle boş muhabbetin yaz sezonunu açmış olalım.

Zamanında şu Balkanlarlar'dan bir kere de hayırlı birşey gelsin! diyen ben an itibariyle itten köpekten pişman durumdayım. Yunanistan'ından, Romanya'sından, Sırbistan'ına kadar irili ufaklı tüm ülkelerden özür diliyorum. İki gündür Resmen Balkanlar'dan gelecek bir soğuk hava dalgasının yolunu gözler oldum. Bu ne sıcaktır yahu! Öğlene kadar uyuma hayali kurarken sabahın köründe ayaktayım. Hazır beklenmedik bir boş vakit yakalamışken hava tahmin raporlarını bir kenara bırakıp heybede biriken taşları dökeyim bari teker teker dedim ve oturdum bilgisayarın başına.


Her büyük organizasyon gibi 2010 Dünya Kupası'nın da unutulmazları oldu. Gana- Uruguay maçı, Almanlar'ın kendini inkar eden(!) göçmen destekli pozitif ve başarılı futbolu, son finalistlerin guruplardan çıkamaması, hakem hataları, Anelka'nın Domenech'e analı bacılı iltifatları, vuvuzela tepkileri, Paul'ün tahminleri... Bunlar tüm dünyanın ortak hafızasında yer edecek anılar. Bir de saydıklarımızdan farklı olarak bizim milli hafızamızı işgal edecek olanlar var. Bunların başında da tartışmasız Ömer Üründül geliyor. Yok burada Üründül'e sallamayacağım. Aksine bir miktar savunacağım.

Farklı alanlarda sıkça rastladığımız bir süreç Üründül için işledi son zamanlarda. Üründül'ün yıllanmış klişeleri var ve zamanla bunlara yenilerini ekledi. Ben ilk farkına vardığım zamanlar "Hakan Şükür tipi modern santrafor, Kolektif futbol, kombinezon, bloklar arası mesafe" der dururdu. Dünya kupası sürecinde bunlara "Futbol çok enteresan" gibi eklemeler yaptı. Kabul ediyorum çok zaman çekilmez oluyor. Zaten bu sebepten dolayı sıkça eleştirilir ve zaman zaman geyiklere malzeme olurdu. Fakat şu dünya kupası sürecinde adama futbol camiasının Ajdar'ı muamelesi yapılmaya başlandı. İş eleştiri, ufak yollu dalga geçmenin çok ötesine neredeyse linç boyutlarına vardı. Bloglarda sözlüklerde hatta gazete köşelerinde futboldan Üründül'den fazla anlamdıkları her hallerinden belli olan kişiler kendilerini adama saldırarak konumlandırır oldular. Google, CM çıktı mertlik bozuldu anasını satayım. A. Madrid'in sezonda 5 maçını bile izlemeyenler iddia bayii gibi alıyor Agüero , Forlan istatiktiklerini önüne ve ahkam üstüne ahkam. Herkes uzman. Sonra da Aguera, mançester, di mario diyor diye bir dalga geçmeler, bir ukalalıklar, bir çok bilmişlikler. Yahu spor basınının yarısı hala Berezilya, Ukranya, Alenka diyor.

Neredeyse futbol entelektüeli tribine girmenin ön şartı oldu Ömer Üründül şakası yapmak. Adamın para almıyor diye dolaylı rüşvet veriyor demeye kadar vardırmışlar olayı. Üründül ve yorumları cezbedici değil. Fakat gazete ve televizyon köşelerini dolduranların % 90'ı da O'ndan daha kalifiye değil. Bir de Onlar üstüne para alıyorlar öyle düşünün. "Arda'ya karşılık Messi'yi verseler üste kaç para veriyorsunuz? Derim" Diyecek kadar saçmalama da sınır tanımayan ve futbolculara teknik direktörlere alttan alta şike yaftası yapıştırmaya kalkan yorumcular, hakemlere/ sporculara/ yöneticilere küfür edecek kadar ileri giden hakem eskileri ortalıkta fink atarken kolektif Ömer'in üstüne bu kadar gitmenin alemi yok diyorum. Tamam şakalar yapıldı, güldük, eğlendik bitti. Olayı ergen zevzekliği tadında sündürmenin ve Hıncallı, SelçukYulalı, Osman Tanburacılı, İlker Yasinli, Telegollü, Fotomaçlı spor camiasında Ömer Üründül sanki çok absürd, kaliteyi çok aşağılara çeken bir figürmüş gibi davranmanın alemi yok. Dünya kupasında bir bakıma mecburduk izlemeye dinlemeye fakat bundan sonra okumayız dinlemeyiz olur biter. Atla deve değil ya bu.


Taşları dökmeye devam edeyim. Neşeli Hayat'ı izledim geçen hafta. Çok güzel hareketler bunlar programını bir fikir edinecek kadar izlemişimdir ki o fikir pek olumlu olmadı. Seven sevmeye devam etsin lafım yok ama program esprilerinden oyuncularına, formatlarına kadar bildiğin itici geldi bana.

Kafamın bulanık olduğu bir vakit elimin altındaki filmlerden insanı yormayacak birini seçip izleyeyim dedim. Neşeli Hayat'ın afişine bakınca o televizyondaki olayın sinemaya uyarlanmış versiyonu olan dandik bir komedi filmiyle karşı karşıya olduğumu düşündüm. (İki dakika ayırıp konusu neymiş diye baksam olayı anlayacakmışım oysa.) Neyse izleyeyim bari havasında, pek de bir şey beklemeden hatta önyargılı şekilde bir başıma izlemeye koyuldum.

Daha başında anladım ki filmin benim sandığımla alakası yokmuş. Peşin peşin söyleyeyim ki ben filmi oldukça beğendim. Özellikle naif, saf, paylaşımcı, utangaç, sitem etse de kızamayan Rıza karakterini. Hem kurgulanan Rıza karakteri hem de Yılmaz Erdoğan'ın oyunculuğu ve kullandığı aksanı (hangi yörenin konuşması bu anlayamadım ya) pek hoşuma gitti.

Hayal tacirliği yapıp lüks ortamlardaki garip ayinlerinde insanlara Amerikan rüyasını satan titancı zevatı görünce her boku bilen adamın herbalifecılarla imtihanı geldi aklıma. Zamanında tecrübe ettikleri kare kare Rıza'nın başına geldi buyrun okuyun şurdan

Yoksul insanların nasıl işlediğini bilmediği bir sistemin içine çekilip, çarkların arasına nasıl sıkıştığını açıkça görüyoruz filmde. Hayatı çekilmez bir hal almışken ve paraya çok ihtiyacı olduğundan karısına bile söylemeye utandığı bir işi yapan ve aldığı 10 lira bahşişi "5 i senin 5 i benim, yok 9 lira vermiş 5 i senin 4 ü benim" diyerek onu taşıyan motositletli arkadaşıyla paylaşan Rıza'yı görüyoruz. Zaman zaman acımasızca eleştirdiğim Yılmaz Erdoğan'ın Anadolu insanının o hakkaniyet duygusunu kör göze parmak sokar gibi değil de böyle satır arasında, kıyı köşede kusursuz şekilde ifade edişini görüyoruz.

Yok ışık şöyleymiş, ses böyleymiş, Ersin Korkut olmamış, Noel Baba klışeymiş şuymuş buymuş sallayın hepsini bir kenara. Ayırın 2 saatinizi izleyin, birşey kaybetmezsiniz inanın.


Şimdi haberlerde dinliyorum sınırları korumak için özel birlik oluşturuluyormuş. Hükümet'in bakış açısı zaten bir süre önce dillendirilmişti. Kabinenin açık ara en antipatik üyesi Egemen Bağış profesyonel orduya geçilmesi şeklinde bir görüş dile getirdi. Böylece ciddi sayıda vatandaşın istihdam edileceğini ve işsizlikle mücadelede de yol alınmış olunacağını dile getirdi.

Böyle ilkin dinleyince makul ve mantıklı geliyor değil mi? Bir de benim gibi daha askerliğini yapmamış biriyseniz, ya da askere gitmesi yakın kardeşiniz, sevgiliniz, yakın arkadaşınız varsa daha bir mantıklı gelecektir bu sözler. Tabi profesyoneller gitsin mücadele etsin teröristlerle, sınırları onlar beklesin riski onlar alsın. Zaten onlar profesyonel olacak ya o yüzden daha az kayıp veririz Zaten komple profesyonel ordu fikri rafa kalktı şu an sınır birlikleri konuşuluyor. Ambalaj süslü. Ama gelin biraz altını kazıyalım bakalım.
.
Kapitalizm iliğimize kemiğimize kadar işledi baştakiler sağolsun. Doğuda teröre karşı kanlı bir mücadele veriyoruz millet olarak. Her ne kadar en tepedekiler ve ensesi kalınlar bir yolunu bulup çocuklarını kurtarsalarda toplumun geniş bir kesimi bu mücadelenin içinde ve riski paylaşıyoruz. Profesyonelliğe geçilirse ne olacak biliyor musunuz? Hizmet satın almanın kaypak psikolojisi ortaya çıkacak. O kadar işsiz güçsüz adam var ve askerliğe hevesliler. Biz niye gidelim askere, onlar gitsin savaşsın işte diyeceğiz. Kendi vicdanımızı böyle hileli akıl yürütmelerle aklayacağız. Zorla mı gönderdiler, gitmeselermiş diyeceğiz. Onların başına gelen her olaya bir alış veriş mantığıyla bakacağız hasılı parasını vereceğiz bizim yerimize başkaları ölecek. Kim o başkaları?

En alttakiler. Tutunamayanlar. Yüksek eğitim alamamış, geleceğe umutsuz bakan, yoksul ailelerin umutsuz, psikolojisi kötü çocukları. Bu çok açık çünkü elimizde ufak bir prototip var. Uzman Çavuş sistemi var şu an ve askerde kalıp uzman olmak isteyenlerin profili aşağı yukarı bu. Şartları ise rezalet. Ordu içinde yükselmeleri neredeyse imkansız, kariyer yok. Kariyeri geçtim emekli bile olamıyorlar. En riskli yerlerde görev alıyorlar. Önce insanları hayata tutunabilmek için canlarını ortaya koymaya mecbur bırakıp sonra da başka seçme şansları varmış gibi "zorla göndermedik, para alıyorlar o zman ölümü de göze alacaklar" diyeceğiz.

O zaman ne yapmak lazım?

Bu sorunun cevabı bende yok ama ne yapmamak lazım olduğu hakkında bişeyler söyleyebilirim sanırım. Bedelli askerlik diye bir saçmalık getiriliyor gündeme zaman zaman. Onu yapmamak lazım misal. Profesyonel sınır birlikleri kurulacaksa da A'dan Z'ye düzgün planlanmalı. Hem zamanında keyfiyetle hareket edip bölge haklına kafasına göre baskı yapan, tehdit eden, şuça bulaşan yapının tekrar hortlaması engellenmeli hem de madem bir kısım insanlar bizim yerimize gidip oralarda canlarını ortaya koyacaklar, en azından Onlar'a toplum ve devlet olarak maddi manevi her türlü imkan, saygı ve gelecek sağlanmalıdır. Daha geçen gün geçici orman işçisi olabilmek için iki ayağında platinle koşu ya katılan Gazi'yi izledim haberlerde. Mecburi askerliğini yaparken Gazi olana bunu reva gören devlet kendi isteğiyle asker olana neler yapmaz. Böyle durumların yaşanmayacağına bizi ikna etmek zorundalar en azından.

Saat 10:50 olmuş. Bu kadar lakırdı yeter. Gideyim de bari bir kahvaltı edeyim şu tatil gününde. Haydin herkese iyi hafta sonları...

|

Copyright © 2009 BoŞ MuHaBBeT ; Hiçbir hakkı saklı gizli değildir, ortalık malıdır