2
Güvercinleri Severim
Posted by Trevanian
on
15:11
Kış gelmeden çatıyı aktartmak lazım dedi annem. Babam “Sami’yi arayayım hallediversin” diye cevapladı. ”Sami Amca kadayıf kıvamına gelmiştir, başka adam mı yok çatı aktaracak” diyemedim. İyi olur babacım, hem uzun zaman oldu bahaneyle görmüş oluruz dedim. Sami Amca babamın askerlik arkadaşıdır. Mesleği inşaat ustalığı. Bizim evin ustalık isteyen her işini yıllardır O halleder.
Ertesi gün Sami Amca geldi. Tek başınaydı. Emekli olalı yıllar olmuştu, artık yanında çalışan elemanı da yoktu. Gelirken tanıdığı birkaç kişiyi aramış ellerinde devam eden iş olduğundan gelememişler. Sami Amca çatıyı tek başına aktaracaktı. Başkasının evi olsa muhtemelen gitmezdi. Babamla hukukları eski olduğundan “ N’olacak iki günde ben hallederim onu, alt tarafı çatı “ dedi. O kiremitlerin tepesinde çalışırken ben canı sıkılmasın diye terastan yancılık yapıyordum. Yeri geliyor boş muhabbet açıyor, yeri geliyor çay, kola servisi yapıyordum.
Çatıya ilk çıktığında irkilmiştim, “aman sağlam basta ayağın kaymasın” diye akıl verdim. Neticede yaşlı adamdı. En ufak bir hatada kendini 4 kat aşağıda bulması içten bile değildi. “Korkma ben alışkınım” dedi, daha 3-4 sene önce 7 cmlik taban tahtasının üstünde gezer çalışırdım diye ekledi. Çatı aktarmanın alta yağmur mağmur geçmesin diye yapılan bir şey olduğunu seziyordum ama tam olarak nasıl yapıldığını bilmiyordum. Zaten ilk kez çatımız aktarılıyordu. Dikkatle ve merakla Sami Amca’yı gözlemlemeye başladım. Anladığım kadarıyla çatı aktarma işlemi şuydu: Önce kiremitlerin oluklarında biriken toz çöp süpürülüyor. Ardından dizili haldeki kiremitlerden 2-3 sıra komple toplanıp kaldırılıyor. Alttaki çürük çuha sökülüp yerine yenisi seriliyor ve kiremitler tekrar özenle diziliyor. Sami Amca gerçekten kedi gibi adamdı. En uçtaki kiremitleri toplarken bile kendi kale çizgisinde rakibe çalım atan Ergün Penbe soğuk kanlılığına sahipti. Bacaya doğru ilerleyince birbirine yakın 4-5 kırık kiremite denk geldi. “Hayret bunlar taa burada nasıl kırılmış, eskiden anten manten mi vardı?” dedi. Yok yok dedim. Yok derken bir yandan da çocukluğuma gitmiştim.
Sene 1994. Çok net biliyorum çünkü o yıl hatırladığım ilk Dünya Kupası vardı. Türk halkının Milli Takım’ın katılamadığı kupalarda hep Brezilya’yı desteklediği söylenir. Biz mahalle boyu İtalya taraftarıydık. O kadroyu bugün bile ezbere sayarım. Halbuki Brezilya’dan hatırladığım Bebeto, Dunga bir de Taffarel var. Gecenin bir vakti kalkar İtalya maçlarını izler gündüz çocuklarla muhabbetini yapardık. Üzerimizde anlamsız bir İtalyan hayranlığı vardı. Bir gün gene bir yandan 9 aylık oynayıp bir yandan maç muhabbeti yapıyoruz Önder elinde bembeyaz bir tavşanla çıktı geldi.Hayvanı kulaklarından tutuyordu yavşak. Niye canını yakıyorsun lan dedik. Siz anlamazsınız bunlar böyle tutulur dedi. Harbiden de hiç debelenmiyor, put gibi duruyordu hayvan. Akşam eve gidince bizimkilere ben tavşan istiyorum dedim. O zamanlar petşop olayları yoktu bizim orada. Kuş ve balık satan aynı zamanda da düğün sünnet arabası süsleyen bazı dükkanlar vardı hepsi o. Önce olmaz dedi bizimkiler. Direndim, ısrar ettim, kafa ütüledim, sofraya oturmadım, etmediğim eziyet kalmadı. Sonunda babam birgün elinde bir tavşanla çıktı geldi. Çok sevinmiştim. Hemen kulaklarından tutup aldım kucağıma hayvanı. Oğlum hastamısın işkence etmek için mi aldırdın tavşanı dedi. Bu böyle tutulur baba dedim. Ne demek böyle tutulur, insan gibi tut adamı yaptığı işten pişman etme dedi. Hemen tutuşuma çeki düzen verdim. Ben planı yapmıştım. O zamanlar bizim ev sobalıydı ve arka bahçenin yarısını kaplayan bir kömürlük vardı. Tavşanı orada besleyecektim.
Maruldur havuçtur ne varsa yığdım önüne. İlerleyen günlerde bizim elemanları topladım artistlik yapmak için kömürlüğün önüne getirdim. Gözünüz tavşan görsün ezikler dercesine kapıyı açtım.İçerde yoktu. Aradık taradık, ön bahçede annemin maydonozlarını kemirirken bulduk. Yaklamaya çalışırken birden gözden kayboldu. Sonra kömürlükten çıktı. Kendine tünel kazmış prison break yapmıştı adi. Annem Doğu Perinçek’i imrendirecek bir teoriyle tavşanı evin temelini kazmakla itham etti. Ev her an çökebilirdi. Akabinde babam geri götürdü aldığı yere.
Tavşan vakasının üzerinden epeyce bir zaman geçti ve ben köpeklere merak sardım. Kurt köpeğidir çoban köpeğidir tırsıyordum. Av köpekleri çok makul geliyordu. Şükrü Abi’nin Cin adında bir av köpeiği vardı, gayet uysal duruyordu. Bizim okulun oralarda kim hangi isimle çağırsa peşinden giden, tasmasız (yani sahipsiz) derisi kemiğine yapışmış bir it vardı. Tuttum “Geah mah çuku çuku” diye diye eve kadar getirdim ve bizim bahçeye bağladım. Köpeği sahiplenmiştim. O’na bir isim vermeyi düşündüm. Gerekirse kulağına ezan bile okurdum. Hele bir yarın olsundu. Babamın iddiasına göre köpek sabaha kadar havlamıştı. Konu komşu şikayete gelir,mahalle arasında köpek beslenmez dedi. Ertesi gün salıverdik hayvanı. Bir girişimden daha sonuç alamamıştım.
Takip eden yıllarda bizim muhitte bir muhabbet kuşu furyası başladı. Konuşan kuşlarıyla hava atan tanıdıklarımız oldu. Biz de bu akıma daha fazla seyirci kalamazdık. Sarı bir kafesin içinde mavi bir muhabbet kuşumuz vardı artık. Sıra isim vermeye gelmişti. Dönemin efsane dizisi Bizimkiler’in kapıcısı Cafer ve papağan Maşuk vardı. Ben çok severdim onları. Cafer Maşuk’tan daha samimi bir karakterdi. Cafer ismini önerdim. “Evladım Cafer diye muhabbet kuşu mu olur ? Kuş dediğin maviş olur boncuk olur bilemedin geveze olur daha cinsiyetini bile bilmiyoruz hayvanın Cafer de neymiş?!” dediler. Ben anlamam Cafer olacak dedim. Cafer oldu. Cafer süper kuştu. Bize ve eve kısa sürede alıştı.
Omzumuzdan başımızdan inmiyordu. Beraber kahvaltı masasına oturur olduk. Bir zaman sonra camı çerçeveyi çekinmeden açık bırakmaya başladık. Kaçmıyordu. Tüm ailenin sevgisini kazanmıştı. Bu atmosferden faydalanarak bir de kanarya almayı teklif ettim. Cafer iyi kuştu hoş kuştu ama muhabbeti çekilmiyordu. Cak cuk ötüyordu. Ses kalitesi bir Demet Akalın’ın, bir Hülya Avşar’ın bile gerisindeydi. Kanaryalar güzel öterdi. Babamı ikna etmek hiç de güç olmadı. Ablam nişanlıyken emrivaki yapıp akşam oturmasına gelen dünürleri annemle evde baş başa bırakıp Fener’in maçını izlemeye giden bir adamdı babam. Kendini “insan bir sorar akşam müsait misiniz değil misiniz diye” diyerek savunuyordu. Annem o gün ne kadar utandığını hala ara ara anlatır. Neticede artık sarı bir de kanaryamız olmuştu. Kuşgiller açık bir şekilde aileden kabul görüyordu.
Abim bir gün hin hin yanıma gelip “süper bir fikrim var “ dedi. Güvercin besleyecekmişiz. Anında gaza gelip olur dedim. Önce kafes lazımdı. Satın da alabilirdik ama biz kendimiz yapmalıydık. Dönemin Lost’u, Spartacus’ü, MadMan’i olan dizi şimdilerde sinema filmi gösterimde olan A Takımı idi. Albay Simit liderliğinde bu ibneler bir garaja kapanır,plan yapar, külüstür bir arabayı, vleda sopasını, tenekeyi, kutuyu keser, biçer, döker, kaynatır Tank yaparlardı. Çok özenirdik lavuklara, çok etkilenirdik. Hatta abimin lakabı Mördak olan arkadaşı bile vardı. Şimdi eşşek kadar oldu hala Mördak deyince döner bakar. Bizde onlar gibi olmalı kendi kafesimizi kendimiz yapmalıydık. Cin Ali’yi bile 3-4 denemede düzgün çizemeyen biz, oturduk abimin kareli harita metod defterlerinde kafes tasarımı yapmaya başladık. Cizimler birkaç günümüzü aldı. Sonunda arzuladığımız tasarımı yapmıştık. Sıra malzeme taderik etmeye gelmişti. Bisikletlere atlayıp bir kereste fabrikasının yolunu tutuk. “Abiler böyle işinize yaramayan sunta, çıta, kontraplak neyim var mı ?” dedik. Sağolsunlar kıyıda köşede kalanlardan istediğimizi almamıza izin verdiler. Dönüşte nalburdan bir miktar tel örgü ve çivi aldık. Alet edevat evde vardı. Şahane tasarımımızı hayata geçirmeye koyulduk. Ölçtük, biçtik, kestik,çaktık. Ben çekici parmağımın kenarına vurdum. Kapkara kan topladı, ben gibi oldu. Bozuntuya vermeden çalışmaya devam ettim. Sonunda kafesi bitirmiştik. Yemliği, suluğu, folluğu geçtim içinde kalem pille çalışan lambası bile vardı. Güvercinlerin konforu için her ayrıntıyı düşünmüştük. Kafesi terasa koyduk. Zaten balkon dardı. Ertesi gün abim elinde kenarları hava alsın diye tükenmez kalemle delinmiş bir kutuyla çıktı geldi. İçinde bir çift güvercin vardı. Uzun süre kafesten çıkmalarına izin vermedik. Alışmaları lazımdı.Yoksa eski evlerine geri dönerlerdi. Zamanla çevreyi tanısınlar diye terasın zeminine yem atıp kanatlarını izolabantla bantladıktan sonra kafesin kapısını açtık. Uçamadıklarını anlayınca yemlenmeye koyuluyorlardı. Sonra elimizle yakalayıp tekrar kafese sokuyorduk. Bu böyle kısa bir süre devam etti. Artık vaktin geldiğine kanaat getirdik. Kuşları kanatlarını bantlamadan tuttuğum gibi evden 15-20 dakika uzağa götürdüm. Serbest bırakacaktım. Acaba bizim eve mi gideceklerdi. O zamanlar iki yanımızdaki arsalar boştu şimdiki gibi 5-6 katlı binalar yoktu. İsterlerse zorlanmadan evi bulurlar diye düşünüyordum. Abim evdeydi. Kuşlar ürkmesin diye içerde bekliyordu. Saldım bunları ve gözden kayboldular.Koşa koşa eve geldim. Geldiler geldiler dedi Abim sevinçle. “Oğlum kuşu serbest bırakacaksın, dönerse senindir dönmezse zaten hiç senin olmamıştır “ diyemedim. O vakitler şimdiki gibi piyasa bir laf değildi bu, hele kuşcu camiasında hiç kullanılmamıştı. Abimin gözünde filozofik bir karizma yapabilirdim. Yapamadım.
Çok sevinçliydik, onlar artık bizim evin güvercinleriydi. Gel zaman git zaman biz güvercin beslemeyi benimsedik. Kafesimiz müsaitti yeni kuşlar aldık. Güvercin deyip geçmeyin onlarda çeşit çeşit cins cins. Bizimkilerin hepsi paçalı ve taklacıydı. Zaten taklacı olmayanlar kumru muamelesi görür kimse alıp beslemezdi bile. Yoz güvercin derdik biz onlara. Gün oldu yumurtlamaya başladılar sonra yavruladıklar. Abim, palazlanana kadar çok emek verdi o yavrulara . Sularnı şırıngayla ağızlarına zerk etti. Gagalarını bir eliyle açıp öbür eliyle yemlerini yedirdi. Şimdi çoluk çocuk sahibi ben daha yeğenimi öyle özene bezene beslediğini görmedim. Belki benim olmadığım zamanlarda yapmıştır ama ben görmedim.
Zamanla yavrular büyüdü. Bizimkiler başka güvercinleri çekti. Kuş sayımız artmış oldu. Çikolatası, çillisi, sütbeyazı çeşit çeşit renk renk kuşlarımız vardı. Onlar için yeni tasarımlar yeni kafesler yaptık. Güvercin besleyen başka insanları tanıyor, güvercinler hakkında etraflıca malumat sahibi oluyorduk. Misal bize anlatılan em büyük tehlike As denen hayvandı. Gelincikle aynı hayvan sanırım bunlar. İkisini de hiç görmedim. Ama bize anlatıldığına göre gece kafese girip kuşları boğup giderlermiş. Fare gibi küçücük deliklerden bile sızarlarmış. Ayrıca kinci bir hayvanmış birini öldürürsen eşi intikam almaya gelirmiş. Bunlar ne kadar doğrudur bilmiyorum ama o zaman anlatılanlara inandık. Nasıl koruyacağız kuşları dedik? Lastik yakacasınız. Kokusunu aldılarmı o muhite bir daha uğramazlar dediler. Bizim bisiklerden çıkma üstü yama dolu iç lastiker vardı. Tuttuk yaktık bunları bahçede. Leş gibi dumanı her yana dağıldı. Kimseye de neden yaktığımızı söylemedik. Bilmiyorum alakası var mı o hayvanı hiç görmedim hiçbir güvercinimizi de gece boğan filan olmadı.
Jargonu da öğreniyorduk. Bazı güvercinler başka kuşların peşine takılıp kendi yuvaları yerine onların yuvalarına giderler. ”Kuş çekmek” diye buna deniyor. Camiada dillendirilmeyen bir mutakabat vardı bu husuta. Kimse kimseye gidip bizim kuş sizdeymiş verin ulan demez. Çekilen güvercini ister kafesler kendi evine alıştırırsın, istersen ertesi gün diğer kuşlarla birlikte salarsın o da büyük ihtimal gerçek yuvasına geri döner.İnsiyatif çekendedir. Biz kurnazlık yapıp çektiğimiz kuşlardan tipini beğendiğimiz bazılarını salmıyor zimmetimize geçiriyorduk. Neyse, kısacası türlü sebepten bizim kuşlar çoğalmıştı. Yemleri suları için babamdan para istemeyelim diye zaman zaman bir ikisini satıyorduk.Bizim kuşlar marifetliydi. Kimisi biraz yükselip ard arda 3-4 takla saydırıp inişe geçiyor, kimisi biraz uçup ardına takla biraz daha uçuş ardına bir takla daha atıyordu. Tarz sahibiydiyler resmen. Sattığımız kuşları alanlar son bir kez yanımızda taklaları görüp emin olmak istiyordu. Bu sebeple kuşlar kafeste veya terastaysa ellerimle kış kış yapıp üzerlerine yürüyerek onları uçuşa geçiriyordum. Bizim şerefsizlerin bazıları gül gibi teras dururken gidip çatının ortasındaki bacanın tepesinde takılıyordu. Kışt pişt şeklindeki ürkütücü sesler çıkarmama rağmen istiflerini hiç bozmuyordu adiler. Onların uçmaları takla atıp yüzümü ak çıkarmaları lazımdı. Başka çare bulamadığım için elime uzunca bir sopa alıp çatının tepesine çıkıyor kiremitlerin üstünde ilerleyerek onlara yaklaşıp sopayla ürkütüyordum. Zamanla zırt pırt kiremitlerin tepesinde kuş kovalarken bulur oldum kendimi. Ama sağlam basıyordum. Minimum hamlede işimi görmek için kah diz çöküyor kah kıçımın üstüne oturuyordum. İşte Sami Amca’nın bulduğu kiremitleri o zamanlar ben kırmıştım. Çok net hatırlıyordum.
Komşular görüp bizimkilere ispiyonlamışlardı beni. Sizin küçük oğlan turada geziyor, ayağı kaysa geberip gidecek demişlerdi. O tura gezmeleri bizim güvercin besleme maceramızın sonu oldu. Aslında bu I. Dünya Savaşı’nın Avusturya prensinin öldürülmesi yüzünden çıkması gibi bir şeydi. Asıl sıkıntı daha çetrefilliydi ve benim hüsranla biten her hayvan besleme girişimim gibi arkasında Annem vardı.
Güvercinler yokken biz çatı kattaki küçük ocakbaşında mangal yapar, patlıcan biber közler ve bazı akşamlar yemekleri terasta yerdik. Diğer vakitler annem orayı gönlünce kullanırdı. Kuşlar geldiğinden beri terasın kontrolü abimle benim elime geçmişti. İstediğimiz yere kafes ve suluk yerleştiriyor, yerlere yemler saçıyorduk. Arasıra bizimkilerin tanımadığı kuşcu arkadaşları ağırlıyor, kuş muhabbeti yapıyorduk. Terasta resmen krallığımızı ilan etmiştik. Annemin o gönlünce tarhana, salça yapıp serdiği, kuru biber astığı yeri geldiğinde çamaşır bile kuruttuğu o şâşâlı teras günleri mazide tatlı bir anı olarak kalmıştı. Sıkıntı Annemin o lâle devrine olan özleminden kaynaklanıyordu. Ben anlamıyordum sanki. Fakat O inatla kuşların terası kirlettiklerinden ve geceleri “guruk guruk” diye sesler çıkartarak rahatsızlık verdiklerinden dem vuruyordu.
Turada gezerken komşulara yakalanarak Anneme müthiş bir koz vermiştim. Olay bir güvenlik sorunu haline gelmişti ve gerekirse beni bana rağmen koruyacaklardı. Güvercin faslı böylece sona erdi. Çok da itiraz etmedim. Zaten abim askerdeydi ve o yazın sonunda ben yatılı okula gidecektim. Haliyle bu sonun kaçınılmaz olduğunu biliyordum.
Sami Amca tek başına harıl harıl çalışıyor, ben boş boş duruyordum. O yaşta yolda yürür gibi çatıda gezmesini kıskandığımdan olacak “Dur ben sana biraz yardım edeyim” diyerek “Hop! Dur ! Gerek yok! ” demesine fırsat vermeden kendimi terasın köşesinden çatıya attım ve yukarıya doğru 1-2 metre ilerledim. Güvercin kovaladığım günlerde edindiğim tecrübeyi konuşturup Sami Amca’ya “Biz de boş adam değiliz” mesajı vermeyi planlıyordum.
Yahu arkadaş elin adamı büyüdükçe cengaverleşir, atikleşir, cesurlaşır... Ben yaş aldıkça tırsaklaşmıştım. 15 yaşında turada keklik gibi seken çocuk gitmiş yerine yüksekten tırsan 25 yaşında bir herif gelmişti. Çatıya atlarken bunu unutmuştum. Yüksek irtifada kendimi güvende hissetmezsem canım ayaklarımdan aşağıya çekiliyor, diz kapaklarım çözülüyordu. Gene öyle oldu. Ben elime süpürgeyi alıp sıradaki kiremitleri süpürmeyi planlıyordum. Fakat kulaklarından tutulmuş tavşan gibi donup kalmıştım. Bulunduğum yere kıç üstü oturdum. Statik sürtünmeye güveniyordum. Kaymaya başlarsam dinamik sürtünmenin beni kurtarmayacağını biliyordum. Tutunacak bir yer de yoktu. Bu yükseklikten düşsem yere çakılmadan limit hıza ulaşırmıyım acaba diye meraka kapıldım. Kafadan kabaca bir hesaba giriştim. Bir katı 4 metre, yer çekim ivmesini 9, 81 , havanın dinamik viskozitesini , sürtünme yüzey alanını gönlümce aldım. Tam sonuca yaklaşmışken Sami Amca “ Oğlum sen in istersen, düşer şaşarsın mazallah” dedi. Normalde inmem de senin güzel hatrın için iniyorum der gibi bir edayla kendimi terasa attım. “Sana zahmet bana yarım kilo tel yarım kilo da 5 lik çivi alıversene bunlar yetmeyecek gibi” dedi. Hemen alıp geliyorum dedim. O eski nalburun yolunu tuttum. Tavşanı kulaklarından taşıyan Önder adisinin ofisinin önünden geçtim. Elektrik mühendisi olmuştu. “Ne ara geldin haberimiz yok, gir bi çay kahve içelim iki lafın belini kırarız” dedi. Sağol işim var sonra uğrarım dedim. Nalbur hala eski yerindeydi ama içinde gençten bir eleman vardı. Nevaleyi aldım. Dönüşte şöyle bir sağa, sola, gökyüzüne baktım. Eskisi gibi güvercinler fink atmıyordu. Zaten güvercin besleyen insan pek kalmamıştı. Haliyle meydanlar, binalar artık daha temizdi. Her çağıranın peşine takılan sümsük sokak köpekleri nin de sayısı yok denecek kadar azdı. Zabıtalar gelen şikayetler üzerine şehri sahipsiz köpeklerden kah kısırlaştırarak kah silahla uyutarak temizliyordu. Muhabbet kuşları da kılı tüyü gece çocukların içine kaçtığından sağlıksızdı ve eski popülaritesini kaybetmişti. Kırlangıçlar camilere yuva yapmaktan uzun zaman önce vazgeçmişti. Kendi kendime çok çağdaşlaştık çok medenileştik anasını satayım dedim.
Artık şehrin caddelerinde eskisi gibi delilere bile denk gelmiyorduk. Hepsini yakalayıp bir yerlere kapatmışlar, sokakları temiz ve güvenli hale getirmişlerdi. Deli Kamuran, İsmail, Yüzbaşı gibileri varlıklarıyla bizi rahatsız edemiyorlardı artık. Harbiden çok ilerledik diye kendi kendimi onayladım. Sonra Sadık Battal’ın “Deliler Allah’ın ajanlarıdır” lafı aklıma geldi. İran’a gitsin kodumun örümcek kafalısı dedim. Sinirim geçmedi galiz bir küfür daha savurdum. Deliler de sahipsiz hayvanlar gibi hayatımızdan çıkmalıydılar. Temizlik için güvenlik için modernlik için bu şarttı. Koskoca Barselona’da bile her yıl yüzlerce yoz güvercin bizzat belediye tarafından öldürülüyordu. Yüzümüzü Batı’ya dönmek lazımdı. O yüzden paketlenip götürülmeden kısa süre önce Deli Kamuran’ı markete iki de bir girip çıkıp müşteriyi tedirgin ediyor diye tekme tokat döven, “Bir daha gircen mi lan ha” diye tehditler küfürler savuran yavşağa pek şaşırmamıştım. Kamuran müşteriyi ürkütüp ciroyu düşürebilirdi. Eleman haklıydı. Halbuki eskiden bakkallar ve diğer esnaf delileri besler, yeri gelir üstlerine başlarına ayakkabı kıyafet ayarlarlardı. Yemişim bakkalı da çakkalı da onların adetlerini de dedim. Koca Başbakan bile bakkal devri kapandı devir süpermarket devri diyor o bilmeyecek de kim bilecek dedim. Demek ki devir deliyi dövme paketleyip kapatma devri dedim. Eve doğru yürümeye devam ettim. En çağdaş, en demokrat, en modern şehrimizde birkaç puştun bir sokak kedisini zevk için(!) öldürüşü aklıma geldi. Şaşırmamıştım bu habere. En iyisi iki puştun yaptığını bütün şehre mâl edeyim dedim. Koca Barselona’da bile güvercinlerin gözünün yaşına bakmıyorlar İzmir de bir kedi öldürmüşler çok mu dedim. Elimdeki çivi ve tel dolu siyah naylon poşeti sallaya sallaya eve vardım. Sami Amca çatının köşesine oturmuş, ayaklarını olukların üstünden aşağıya sallamış sigara içiyordu. Beni görünce şöyle bir eğilip “Geldin mi?” diye anlamsız bir soru sordu. Düşecek diye aklım gitti. “Geldim geldim” diye yukarı bağırdım.
Ertesi gün Sami Amca geldi. Tek başınaydı. Emekli olalı yıllar olmuştu, artık yanında çalışan elemanı da yoktu. Gelirken tanıdığı birkaç kişiyi aramış ellerinde devam eden iş olduğundan gelememişler. Sami Amca çatıyı tek başına aktaracaktı. Başkasının evi olsa muhtemelen gitmezdi. Babamla hukukları eski olduğundan “ N’olacak iki günde ben hallederim onu, alt tarafı çatı “ dedi. O kiremitlerin tepesinde çalışırken ben canı sıkılmasın diye terastan yancılık yapıyordum. Yeri geliyor boş muhabbet açıyor, yeri geliyor çay, kola servisi yapıyordum.
Çatıya ilk çıktığında irkilmiştim, “aman sağlam basta ayağın kaymasın” diye akıl verdim. Neticede yaşlı adamdı. En ufak bir hatada kendini 4 kat aşağıda bulması içten bile değildi. “Korkma ben alışkınım” dedi, daha 3-4 sene önce 7 cmlik taban tahtasının üstünde gezer çalışırdım diye ekledi. Çatı aktarmanın alta yağmur mağmur geçmesin diye yapılan bir şey olduğunu seziyordum ama tam olarak nasıl yapıldığını bilmiyordum. Zaten ilk kez çatımız aktarılıyordu. Dikkatle ve merakla Sami Amca’yı gözlemlemeye başladım. Anladığım kadarıyla çatı aktarma işlemi şuydu: Önce kiremitlerin oluklarında biriken toz çöp süpürülüyor. Ardından dizili haldeki kiremitlerden 2-3 sıra komple toplanıp kaldırılıyor. Alttaki çürük çuha sökülüp yerine yenisi seriliyor ve kiremitler tekrar özenle diziliyor. Sami Amca gerçekten kedi gibi adamdı. En uçtaki kiremitleri toplarken bile kendi kale çizgisinde rakibe çalım atan Ergün Penbe soğuk kanlılığına sahipti. Bacaya doğru ilerleyince birbirine yakın 4-5 kırık kiremite denk geldi. “Hayret bunlar taa burada nasıl kırılmış, eskiden anten manten mi vardı?” dedi. Yok yok dedim. Yok derken bir yandan da çocukluğuma gitmiştim.
Sene 1994. Çok net biliyorum çünkü o yıl hatırladığım ilk Dünya Kupası vardı. Türk halkının Milli Takım’ın katılamadığı kupalarda hep Brezilya’yı desteklediği söylenir. Biz mahalle boyu İtalya taraftarıydık. O kadroyu bugün bile ezbere sayarım. Halbuki Brezilya’dan hatırladığım Bebeto, Dunga bir de Taffarel var. Gecenin bir vakti kalkar İtalya maçlarını izler gündüz çocuklarla muhabbetini yapardık. Üzerimizde anlamsız bir İtalyan hayranlığı vardı. Bir gün gene bir yandan 9 aylık oynayıp bir yandan maç muhabbeti yapıyoruz Önder elinde bembeyaz bir tavşanla çıktı geldi.Hayvanı kulaklarından tutuyordu yavşak. Niye canını yakıyorsun lan dedik. Siz anlamazsınız bunlar böyle tutulur dedi. Harbiden de hiç debelenmiyor, put gibi duruyordu hayvan. Akşam eve gidince bizimkilere ben tavşan istiyorum dedim. O zamanlar petşop olayları yoktu bizim orada. Kuş ve balık satan aynı zamanda da düğün sünnet arabası süsleyen bazı dükkanlar vardı hepsi o. Önce olmaz dedi bizimkiler. Direndim, ısrar ettim, kafa ütüledim, sofraya oturmadım, etmediğim eziyet kalmadı. Sonunda babam birgün elinde bir tavşanla çıktı geldi. Çok sevinmiştim. Hemen kulaklarından tutup aldım kucağıma hayvanı. Oğlum hastamısın işkence etmek için mi aldırdın tavşanı dedi. Bu böyle tutulur baba dedim. Ne demek böyle tutulur, insan gibi tut adamı yaptığı işten pişman etme dedi. Hemen tutuşuma çeki düzen verdim. Ben planı yapmıştım. O zamanlar bizim ev sobalıydı ve arka bahçenin yarısını kaplayan bir kömürlük vardı. Tavşanı orada besleyecektim.
Maruldur havuçtur ne varsa yığdım önüne. İlerleyen günlerde bizim elemanları topladım artistlik yapmak için kömürlüğün önüne getirdim. Gözünüz tavşan görsün ezikler dercesine kapıyı açtım.İçerde yoktu. Aradık taradık, ön bahçede annemin maydonozlarını kemirirken bulduk. Yaklamaya çalışırken birden gözden kayboldu. Sonra kömürlükten çıktı. Kendine tünel kazmış prison break yapmıştı adi. Annem Doğu Perinçek’i imrendirecek bir teoriyle tavşanı evin temelini kazmakla itham etti. Ev her an çökebilirdi. Akabinde babam geri götürdü aldığı yere.
Tavşan vakasının üzerinden epeyce bir zaman geçti ve ben köpeklere merak sardım. Kurt köpeğidir çoban köpeğidir tırsıyordum. Av köpekleri çok makul geliyordu. Şükrü Abi’nin Cin adında bir av köpeiği vardı, gayet uysal duruyordu. Bizim okulun oralarda kim hangi isimle çağırsa peşinden giden, tasmasız (yani sahipsiz) derisi kemiğine yapışmış bir it vardı. Tuttum “Geah mah çuku çuku” diye diye eve kadar getirdim ve bizim bahçeye bağladım. Köpeği sahiplenmiştim. O’na bir isim vermeyi düşündüm. Gerekirse kulağına ezan bile okurdum. Hele bir yarın olsundu. Babamın iddiasına göre köpek sabaha kadar havlamıştı. Konu komşu şikayete gelir,mahalle arasında köpek beslenmez dedi. Ertesi gün salıverdik hayvanı. Bir girişimden daha sonuç alamamıştım.
Takip eden yıllarda bizim muhitte bir muhabbet kuşu furyası başladı. Konuşan kuşlarıyla hava atan tanıdıklarımız oldu. Biz de bu akıma daha fazla seyirci kalamazdık. Sarı bir kafesin içinde mavi bir muhabbet kuşumuz vardı artık. Sıra isim vermeye gelmişti. Dönemin efsane dizisi Bizimkiler’in kapıcısı Cafer ve papağan Maşuk vardı. Ben çok severdim onları. Cafer Maşuk’tan daha samimi bir karakterdi. Cafer ismini önerdim. “Evladım Cafer diye muhabbet kuşu mu olur ? Kuş dediğin maviş olur boncuk olur bilemedin geveze olur daha cinsiyetini bile bilmiyoruz hayvanın Cafer de neymiş?!” dediler. Ben anlamam Cafer olacak dedim. Cafer oldu. Cafer süper kuştu. Bize ve eve kısa sürede alıştı.
Omzumuzdan başımızdan inmiyordu. Beraber kahvaltı masasına oturur olduk. Bir zaman sonra camı çerçeveyi çekinmeden açık bırakmaya başladık. Kaçmıyordu. Tüm ailenin sevgisini kazanmıştı. Bu atmosferden faydalanarak bir de kanarya almayı teklif ettim. Cafer iyi kuştu hoş kuştu ama muhabbeti çekilmiyordu. Cak cuk ötüyordu. Ses kalitesi bir Demet Akalın’ın, bir Hülya Avşar’ın bile gerisindeydi. Kanaryalar güzel öterdi. Babamı ikna etmek hiç de güç olmadı. Ablam nişanlıyken emrivaki yapıp akşam oturmasına gelen dünürleri annemle evde baş başa bırakıp Fener’in maçını izlemeye giden bir adamdı babam. Kendini “insan bir sorar akşam müsait misiniz değil misiniz diye” diyerek savunuyordu. Annem o gün ne kadar utandığını hala ara ara anlatır. Neticede artık sarı bir de kanaryamız olmuştu. Kuşgiller açık bir şekilde aileden kabul görüyordu.
Abim bir gün hin hin yanıma gelip “süper bir fikrim var “ dedi. Güvercin besleyecekmişiz. Anında gaza gelip olur dedim. Önce kafes lazımdı. Satın da alabilirdik ama biz kendimiz yapmalıydık. Dönemin Lost’u, Spartacus’ü, MadMan’i olan dizi şimdilerde sinema filmi gösterimde olan A Takımı idi. Albay Simit liderliğinde bu ibneler bir garaja kapanır,plan yapar, külüstür bir arabayı, vleda sopasını, tenekeyi, kutuyu keser, biçer, döker, kaynatır Tank yaparlardı. Çok özenirdik lavuklara, çok etkilenirdik. Hatta abimin lakabı Mördak olan arkadaşı bile vardı. Şimdi eşşek kadar oldu hala Mördak deyince döner bakar. Bizde onlar gibi olmalı kendi kafesimizi kendimiz yapmalıydık. Cin Ali’yi bile 3-4 denemede düzgün çizemeyen biz, oturduk abimin kareli harita metod defterlerinde kafes tasarımı yapmaya başladık. Cizimler birkaç günümüzü aldı. Sonunda arzuladığımız tasarımı yapmıştık. Sıra malzeme taderik etmeye gelmişti. Bisikletlere atlayıp bir kereste fabrikasının yolunu tutuk. “Abiler böyle işinize yaramayan sunta, çıta, kontraplak neyim var mı ?” dedik. Sağolsunlar kıyıda köşede kalanlardan istediğimizi almamıza izin verdiler. Dönüşte nalburdan bir miktar tel örgü ve çivi aldık. Alet edevat evde vardı. Şahane tasarımımızı hayata geçirmeye koyulduk. Ölçtük, biçtik, kestik,çaktık. Ben çekici parmağımın kenarına vurdum. Kapkara kan topladı, ben gibi oldu. Bozuntuya vermeden çalışmaya devam ettim. Sonunda kafesi bitirmiştik. Yemliği, suluğu, folluğu geçtim içinde kalem pille çalışan lambası bile vardı. Güvercinlerin konforu için her ayrıntıyı düşünmüştük. Kafesi terasa koyduk. Zaten balkon dardı. Ertesi gün abim elinde kenarları hava alsın diye tükenmez kalemle delinmiş bir kutuyla çıktı geldi. İçinde bir çift güvercin vardı. Uzun süre kafesten çıkmalarına izin vermedik. Alışmaları lazımdı.Yoksa eski evlerine geri dönerlerdi. Zamanla çevreyi tanısınlar diye terasın zeminine yem atıp kanatlarını izolabantla bantladıktan sonra kafesin kapısını açtık. Uçamadıklarını anlayınca yemlenmeye koyuluyorlardı. Sonra elimizle yakalayıp tekrar kafese sokuyorduk. Bu böyle kısa bir süre devam etti. Artık vaktin geldiğine kanaat getirdik. Kuşları kanatlarını bantlamadan tuttuğum gibi evden 15-20 dakika uzağa götürdüm. Serbest bırakacaktım. Acaba bizim eve mi gideceklerdi. O zamanlar iki yanımızdaki arsalar boştu şimdiki gibi 5-6 katlı binalar yoktu. İsterlerse zorlanmadan evi bulurlar diye düşünüyordum. Abim evdeydi. Kuşlar ürkmesin diye içerde bekliyordu. Saldım bunları ve gözden kayboldular.Koşa koşa eve geldim. Geldiler geldiler dedi Abim sevinçle. “Oğlum kuşu serbest bırakacaksın, dönerse senindir dönmezse zaten hiç senin olmamıştır “ diyemedim. O vakitler şimdiki gibi piyasa bir laf değildi bu, hele kuşcu camiasında hiç kullanılmamıştı. Abimin gözünde filozofik bir karizma yapabilirdim. Yapamadım.
Çok sevinçliydik, onlar artık bizim evin güvercinleriydi. Gel zaman git zaman biz güvercin beslemeyi benimsedik. Kafesimiz müsaitti yeni kuşlar aldık. Güvercin deyip geçmeyin onlarda çeşit çeşit cins cins. Bizimkilerin hepsi paçalı ve taklacıydı. Zaten taklacı olmayanlar kumru muamelesi görür kimse alıp beslemezdi bile. Yoz güvercin derdik biz onlara. Gün oldu yumurtlamaya başladılar sonra yavruladıklar. Abim, palazlanana kadar çok emek verdi o yavrulara . Sularnı şırıngayla ağızlarına zerk etti. Gagalarını bir eliyle açıp öbür eliyle yemlerini yedirdi. Şimdi çoluk çocuk sahibi ben daha yeğenimi öyle özene bezene beslediğini görmedim. Belki benim olmadığım zamanlarda yapmıştır ama ben görmedim.
Zamanla yavrular büyüdü. Bizimkiler başka güvercinleri çekti. Kuş sayımız artmış oldu. Çikolatası, çillisi, sütbeyazı çeşit çeşit renk renk kuşlarımız vardı. Onlar için yeni tasarımlar yeni kafesler yaptık. Güvercin besleyen başka insanları tanıyor, güvercinler hakkında etraflıca malumat sahibi oluyorduk. Misal bize anlatılan em büyük tehlike As denen hayvandı. Gelincikle aynı hayvan sanırım bunlar. İkisini de hiç görmedim. Ama bize anlatıldığına göre gece kafese girip kuşları boğup giderlermiş. Fare gibi küçücük deliklerden bile sızarlarmış. Ayrıca kinci bir hayvanmış birini öldürürsen eşi intikam almaya gelirmiş. Bunlar ne kadar doğrudur bilmiyorum ama o zaman anlatılanlara inandık. Nasıl koruyacağız kuşları dedik? Lastik yakacasınız. Kokusunu aldılarmı o muhite bir daha uğramazlar dediler. Bizim bisiklerden çıkma üstü yama dolu iç lastiker vardı. Tuttuk yaktık bunları bahçede. Leş gibi dumanı her yana dağıldı. Kimseye de neden yaktığımızı söylemedik. Bilmiyorum alakası var mı o hayvanı hiç görmedim hiçbir güvercinimizi de gece boğan filan olmadı.
Jargonu da öğreniyorduk. Bazı güvercinler başka kuşların peşine takılıp kendi yuvaları yerine onların yuvalarına giderler. ”Kuş çekmek” diye buna deniyor. Camiada dillendirilmeyen bir mutakabat vardı bu husuta. Kimse kimseye gidip bizim kuş sizdeymiş verin ulan demez. Çekilen güvercini ister kafesler kendi evine alıştırırsın, istersen ertesi gün diğer kuşlarla birlikte salarsın o da büyük ihtimal gerçek yuvasına geri döner.İnsiyatif çekendedir. Biz kurnazlık yapıp çektiğimiz kuşlardan tipini beğendiğimiz bazılarını salmıyor zimmetimize geçiriyorduk. Neyse, kısacası türlü sebepten bizim kuşlar çoğalmıştı. Yemleri suları için babamdan para istemeyelim diye zaman zaman bir ikisini satıyorduk.Bizim kuşlar marifetliydi. Kimisi biraz yükselip ard arda 3-4 takla saydırıp inişe geçiyor, kimisi biraz uçup ardına takla biraz daha uçuş ardına bir takla daha atıyordu. Tarz sahibiydiyler resmen. Sattığımız kuşları alanlar son bir kez yanımızda taklaları görüp emin olmak istiyordu. Bu sebeple kuşlar kafeste veya terastaysa ellerimle kış kış yapıp üzerlerine yürüyerek onları uçuşa geçiriyordum. Bizim şerefsizlerin bazıları gül gibi teras dururken gidip çatının ortasındaki bacanın tepesinde takılıyordu. Kışt pişt şeklindeki ürkütücü sesler çıkarmama rağmen istiflerini hiç bozmuyordu adiler. Onların uçmaları takla atıp yüzümü ak çıkarmaları lazımdı. Başka çare bulamadığım için elime uzunca bir sopa alıp çatının tepesine çıkıyor kiremitlerin üstünde ilerleyerek onlara yaklaşıp sopayla ürkütüyordum. Zamanla zırt pırt kiremitlerin tepesinde kuş kovalarken bulur oldum kendimi. Ama sağlam basıyordum. Minimum hamlede işimi görmek için kah diz çöküyor kah kıçımın üstüne oturuyordum. İşte Sami Amca’nın bulduğu kiremitleri o zamanlar ben kırmıştım. Çok net hatırlıyordum.
Komşular görüp bizimkilere ispiyonlamışlardı beni. Sizin küçük oğlan turada geziyor, ayağı kaysa geberip gidecek demişlerdi. O tura gezmeleri bizim güvercin besleme maceramızın sonu oldu. Aslında bu I. Dünya Savaşı’nın Avusturya prensinin öldürülmesi yüzünden çıkması gibi bir şeydi. Asıl sıkıntı daha çetrefilliydi ve benim hüsranla biten her hayvan besleme girişimim gibi arkasında Annem vardı.
Güvercinler yokken biz çatı kattaki küçük ocakbaşında mangal yapar, patlıcan biber közler ve bazı akşamlar yemekleri terasta yerdik. Diğer vakitler annem orayı gönlünce kullanırdı. Kuşlar geldiğinden beri terasın kontrolü abimle benim elime geçmişti. İstediğimiz yere kafes ve suluk yerleştiriyor, yerlere yemler saçıyorduk. Arasıra bizimkilerin tanımadığı kuşcu arkadaşları ağırlıyor, kuş muhabbeti yapıyorduk. Terasta resmen krallığımızı ilan etmiştik. Annemin o gönlünce tarhana, salça yapıp serdiği, kuru biber astığı yeri geldiğinde çamaşır bile kuruttuğu o şâşâlı teras günleri mazide tatlı bir anı olarak kalmıştı. Sıkıntı Annemin o lâle devrine olan özleminden kaynaklanıyordu. Ben anlamıyordum sanki. Fakat O inatla kuşların terası kirlettiklerinden ve geceleri “guruk guruk” diye sesler çıkartarak rahatsızlık verdiklerinden dem vuruyordu.
Turada gezerken komşulara yakalanarak Anneme müthiş bir koz vermiştim. Olay bir güvenlik sorunu haline gelmişti ve gerekirse beni bana rağmen koruyacaklardı. Güvercin faslı böylece sona erdi. Çok da itiraz etmedim. Zaten abim askerdeydi ve o yazın sonunda ben yatılı okula gidecektim. Haliyle bu sonun kaçınılmaz olduğunu biliyordum.
Sami Amca tek başına harıl harıl çalışıyor, ben boş boş duruyordum. O yaşta yolda yürür gibi çatıda gezmesini kıskandığımdan olacak “Dur ben sana biraz yardım edeyim” diyerek “Hop! Dur ! Gerek yok! ” demesine fırsat vermeden kendimi terasın köşesinden çatıya attım ve yukarıya doğru 1-2 metre ilerledim. Güvercin kovaladığım günlerde edindiğim tecrübeyi konuşturup Sami Amca’ya “Biz de boş adam değiliz” mesajı vermeyi planlıyordum.
Yahu arkadaş elin adamı büyüdükçe cengaverleşir, atikleşir, cesurlaşır... Ben yaş aldıkça tırsaklaşmıştım. 15 yaşında turada keklik gibi seken çocuk gitmiş yerine yüksekten tırsan 25 yaşında bir herif gelmişti. Çatıya atlarken bunu unutmuştum. Yüksek irtifada kendimi güvende hissetmezsem canım ayaklarımdan aşağıya çekiliyor, diz kapaklarım çözülüyordu. Gene öyle oldu. Ben elime süpürgeyi alıp sıradaki kiremitleri süpürmeyi planlıyordum. Fakat kulaklarından tutulmuş tavşan gibi donup kalmıştım. Bulunduğum yere kıç üstü oturdum. Statik sürtünmeye güveniyordum. Kaymaya başlarsam dinamik sürtünmenin beni kurtarmayacağını biliyordum. Tutunacak bir yer de yoktu. Bu yükseklikten düşsem yere çakılmadan limit hıza ulaşırmıyım acaba diye meraka kapıldım. Kafadan kabaca bir hesaba giriştim. Bir katı 4 metre, yer çekim ivmesini 9, 81 , havanın dinamik viskozitesini , sürtünme yüzey alanını gönlümce aldım. Tam sonuca yaklaşmışken Sami Amca “ Oğlum sen in istersen, düşer şaşarsın mazallah” dedi. Normalde inmem de senin güzel hatrın için iniyorum der gibi bir edayla kendimi terasa attım. “Sana zahmet bana yarım kilo tel yarım kilo da 5 lik çivi alıversene bunlar yetmeyecek gibi” dedi. Hemen alıp geliyorum dedim. O eski nalburun yolunu tuttum. Tavşanı kulaklarından taşıyan Önder adisinin ofisinin önünden geçtim. Elektrik mühendisi olmuştu. “Ne ara geldin haberimiz yok, gir bi çay kahve içelim iki lafın belini kırarız” dedi. Sağol işim var sonra uğrarım dedim. Nalbur hala eski yerindeydi ama içinde gençten bir eleman vardı. Nevaleyi aldım. Dönüşte şöyle bir sağa, sola, gökyüzüne baktım. Eskisi gibi güvercinler fink atmıyordu. Zaten güvercin besleyen insan pek kalmamıştı. Haliyle meydanlar, binalar artık daha temizdi. Her çağıranın peşine takılan sümsük sokak köpekleri nin de sayısı yok denecek kadar azdı. Zabıtalar gelen şikayetler üzerine şehri sahipsiz köpeklerden kah kısırlaştırarak kah silahla uyutarak temizliyordu. Muhabbet kuşları da kılı tüyü gece çocukların içine kaçtığından sağlıksızdı ve eski popülaritesini kaybetmişti. Kırlangıçlar camilere yuva yapmaktan uzun zaman önce vazgeçmişti. Kendi kendime çok çağdaşlaştık çok medenileştik anasını satayım dedim.
Artık şehrin caddelerinde eskisi gibi delilere bile denk gelmiyorduk. Hepsini yakalayıp bir yerlere kapatmışlar, sokakları temiz ve güvenli hale getirmişlerdi. Deli Kamuran, İsmail, Yüzbaşı gibileri varlıklarıyla bizi rahatsız edemiyorlardı artık. Harbiden çok ilerledik diye kendi kendimi onayladım. Sonra Sadık Battal’ın “Deliler Allah’ın ajanlarıdır” lafı aklıma geldi. İran’a gitsin kodumun örümcek kafalısı dedim. Sinirim geçmedi galiz bir küfür daha savurdum. Deliler de sahipsiz hayvanlar gibi hayatımızdan çıkmalıydılar. Temizlik için güvenlik için modernlik için bu şarttı. Koskoca Barselona’da bile her yıl yüzlerce yoz güvercin bizzat belediye tarafından öldürülüyordu. Yüzümüzü Batı’ya dönmek lazımdı. O yüzden paketlenip götürülmeden kısa süre önce Deli Kamuran’ı markete iki de bir girip çıkıp müşteriyi tedirgin ediyor diye tekme tokat döven, “Bir daha gircen mi lan ha” diye tehditler küfürler savuran yavşağa pek şaşırmamıştım. Kamuran müşteriyi ürkütüp ciroyu düşürebilirdi. Eleman haklıydı. Halbuki eskiden bakkallar ve diğer esnaf delileri besler, yeri gelir üstlerine başlarına ayakkabı kıyafet ayarlarlardı. Yemişim bakkalı da çakkalı da onların adetlerini de dedim. Koca Başbakan bile bakkal devri kapandı devir süpermarket devri diyor o bilmeyecek de kim bilecek dedim. Demek ki devir deliyi dövme paketleyip kapatma devri dedim. Eve doğru yürümeye devam ettim. En çağdaş, en demokrat, en modern şehrimizde birkaç puştun bir sokak kedisini zevk için(!) öldürüşü aklıma geldi. Şaşırmamıştım bu habere. En iyisi iki puştun yaptığını bütün şehre mâl edeyim dedim. Koca Barselona’da bile güvercinlerin gözünün yaşına bakmıyorlar İzmir de bir kedi öldürmüşler çok mu dedim. Elimdeki çivi ve tel dolu siyah naylon poşeti sallaya sallaya eve vardım. Sami Amca çatının köşesine oturmuş, ayaklarını olukların üstünden aşağıya sallamış sigara içiyordu. Beni görünce şöyle bir eğilip “Geldin mi?” diye anlamsız bir soru sordu. Düşecek diye aklım gitti. “Geldim geldim” diye yukarı bağırdım.